12 Eylül 2011 Pazartesi

Küçük Siren 3. Bölüm

-Sahne I-

My Girl OST: Happy Happy


Andersen, “Ne zamandır(!) böyle bir tatil yapmak istiyordum, iyi oldu bu görev dübi dü dübi dü, düüü”

Bu şekilde mırıldana dursun çantasından önce 3-4 tane kurşun asker çıkarıp pencerenin önüne dizer ama Demir bir an onlara bir şeyler mırıldadığını görür gibi olur.  Ardından içlik gibi şeylerin yapıldığı bir kumaşa sarılmış kocaman bir şeyi bavuldan zar zor çıkarıp masada ona yer açar. Bavulu ise yatağa koyup içindeki giysileri hemen köşedeki dolaba yerleştirmeye koyulur. Bavuldan çıkardığı giysiler ya içliktir! Evet evet içliktir ya da rengarenk gömlek ve pantolonlardır.

Demir “İçlik mi onlar? Hiç iç çamaşırı da görmedim. Kıyafetlerinde hepsi renkli ama sanki biraz fazla renkli değil mi bu? Yoksa cidden! Eğğ yok canım” . Andersen masanın başına döndüğünde ise bohça gibi sarıp sarmalanan şeyin eski bir daktilo olduğunu görür.

Demir “Yok artık! Koca bavuldan ne çıktı!! Ceren bak bak! Cee???”

Ceren, diğer kapının başında durmuş Haneul’u izlemektedir.  Hayalleri ise bir dünya başının etrafında dönmektedir;

“Ceren Uçmağ Kim!!!  Ben şimdi 28 yaşındayım, Bay Kim desem 30!! Bu sene evlensek, 2 seneden önce çocuk zor tabi.... Müslüman olması da şart değil ama çifte vatandaşlık işini halletmek lazım!... hımm acaba buraya yerleşir mi?... Yazları burada duralım bari, kışın zaten pansiyon olmaz… Ne güzel boyu da uzun, bizim aileden neden tek kısa ben çıktım ki pufff, neyse çocuklar yaşadı… ayy erkek olursa adı Kuzey olsun, ama gerçekten Danimarkalı değildir herhalde… Doğukan da olur… Keşke Uzakdoğu, Uzakbatı’da(!) olsaydı, Batu ismini daha çok seviyordum ben… neyse canım buldum da buluyorum… ”

Ceren birden irkilir, kafasını çevirdiğinde Demir’in yüz ifadesini görür. “Ha(y) ben… bunları yüksek sesle mi düşündüüüm?!!!” . Demir mavi ekrana bağlamış Ceren’e bakıyordur çoktan, galiba sesli düşünmüştü :D

Demir “Senaryoya göre ben şimdi bir şeyler demeliyim ama inan kelimeler kifayetsiz kalmış durumda.”

Ceren “Şşştttt, seni duyacaklar”, Demir “KA-FA-MI!!…” sesini alçaltır birden “kafamı buluyorsun Ceren benle, sanki Türkçe biliyorlar da… neyse bayan kendinden bi-bağımsız özgür hanım bunu sonra konuşalım istersen. Zira senden daha vahim durumda olanlar da var”  diyerek Andersen’in odasına doğru çenesiyle işaret etmek ister ama birden yüzü bir şeye çarpar.

 Andersen ona bahşedilen her dili anlama kabiliyetiyle olanları duyup neşelenmişti ve fırsat bu fırsat hemen onlarla muhabbete girmek isteyip yanlarına gelmişti.

Ama Demir yanlış bir hamleyle yüzünü Andersen’in böğrüne dayadığında, birden gıdıklanıp olduğu yerde kıvranmaya başlayan Andersen’in ağzından sözcükler de bir tuhaf çıkıvermişti. “Aja aja what’s up?” (Türkçe meali: Ay ay n’aber?  :) )

En dostane yüz ifadesini takınıp Ceren ve Demir’e yönlenmişti ama Demir çoktan Ceren’in arkasına saklanıp yüzük parmağını göstermeye başlamıştı bile, niye böyle bir şey yapmıştı ki? “İlginç” diye düşündü Andersen.

Demir “Be benim bi bir karım var, onu da çok seviyorum!.. Ceren, sen de bir şeyler söylesene şuna…”

Ceren bir yandan Demir’e “N’apıyorsunnn, rezil oluyoruz, çekilsene arkamdan!” derken, bir yandan da şaşkın şaşkın bakan Andersen’i daha ilk dakikada pansiyondan kaçırmak istemediği için durumu kurtaracak doğru sözleri bulmaya çabalar ama nafile. Aklına hiçbir şey gelmiyordur…

Ama birden diğer odadan Haneul çıkar… “Hansss  , yine ne oluyor?”

–Bir şey olduğu yok ben sadece dostça sohbet etmeye çalışıyoo…

Haneul, çaktırmadan Andersen’i dürtüp sessizce azarlamaya başlamıştır. “Her gittiğimiz yerde bir pot kırıyorsun, yine ne yaptın da insanlar senden kaçıyor  haa?”

-Ben cidden bir şey yapmadım kiii sadece arkadaş olmaya çalışıyordum.

Haneul “Yok sana arkadaş markadaş ssst dıtt!”

Andersen ve Haneul böyle çocuk gibi didişirlerken Ceren hala bu konudan uzaklaşmaya çabalıyordu. Son bir gayretle ağzından “aaa ne güzel daktilo?” sözcükleri çıkıvermişti. Bunu duyan Andersen’in asık suratı birden aydınlanmıştı çünkü dünyaya geri döndüğünden beri ilk defa karşısındaki kişiyi hipnotize etmeden birileri onunla konuşmaya başlamıştı.

Çok geçmeden Haneul’u bir omuz silkmesiyle geri de bırakıp Ceren’in koluna girmişti bile… “Sana daktilo mu göstereyim mi? :D”

Ceren “Ta ta tabi… ben çok severim  ki daktiloları :D” Andersen “Ben de ben de! Seninle çok iyi anlaşacağız Ceren :D”

Ceren “Ceren değil Cee!… aa doğru söylediniz”

Andersen “Kulağım iyidir, imkan olsa da her dili konuşabilsem :D (ki konuşuyorum nıhahha) “

-Sahne II-

Masanın başına geldiklerinde Ceren daktilonun güzelliği karşısında öylece kala kalır, çok güzel işlemeli antika bir daktilodur bu. Ama nasıl bavulla buraya kadar getirebilmiş ki bunu?

Comptine d'Un Autre Été- Die fabelhafte Welt der Amélie Piano

Ceren “Küçükken çok istemiştim benim de bir daktilom olsun.” Andersen “Aaaa aynı ben! Benim zamanımda öyle her yerde yoktu bu skrivekugle’dan* yani… daktilodan! Çok istemiştim de alamamıştım, ama gelir gelmez kendime aldım bir tane”

Ceren dediklerine bir anlam verememişti tabi ki, kendisinden 5-6 yaş büyük gösteriyordu Andersen. Üstelik geldiği yer Danimarka’ydı oralarda nasıl olmaz böyle şeyler. Yine de çok üzerinde durmadı daha doğrusu duramadı. İnsanın aklına Andersen ile ilgili kuşku duyulacak bir şey gelse anında unutulup gidiyordu, Andersen’in dünyadaki yolculuğunu kolaylaştıran bir sihirdi bu. Her koşulda da işe yarıyordu.

Örneğin içinde daktilo varken bile çok rahat uçakla buraya kadar getirebilmişti bavulunu. Bir de şu koku mevzusu var, aslında bavul hiç kokmuyordu ama ne olursa olsun o bavula kimsenin yaklaşmaması ve onu sahiplenmemesi gerekiyordu.  Bunu önlemek için Andersen, insanlara bavulun koktuğuna dair bir düşünce aşılıyordu. Böylelikle bavul her zaman güvende kalacaktı.

Ceren iki adım ötesinde duran bavulla hiç ilgilenmemişti bile, ne o an ne de en başından beri onun için çok sıradan bir şeydi, Demir ve Haneul neden bu kadar rahatsız olmuştu ki! Ama daktilo çok hoşuna gitmişti.

Ceren “İyiki de almışsınız, artık ne bu antika daktilolardan bulmak mümkün, ne de otomatik olanlardan. Son daktilo fabrikası* da maalesef kapatılmış.” Ceren derin bir iç çekip konuşmasına devam etti. “Çocuklarımıza dinozorları anlatır gibi daktiloları anlatacağız sanırım. Çok üzücü değil mi? Halbuki ben küçükken ne çok severdim daktilonun sesini. Bir aile dostumuz vardı, ne zaman ona gitsek onun daktilosuyla oynar dururdum, ne yazdığım önemli değildi, çıkan sese bayılırdım. Haliyle herkesin başını ağrıtırdım :D”

Foça’ya geleli henüz bir yıl olmuştu, annemden doğum günümde bana daktilo almasını istemiştim. Annem de kızım dayanamam ben o gürültüye, sana onun yerine piyano alsak nasıl olur? Hem onda daha çok tuş var demiş ve doğum günümde bana çok güzel bir duvar piyanosu almıştı... Çocuk aklı işte hemen kandım anneme, daktilom değil belki ama çok güzel bir piyanom olmuştu. ”

Ceren bunları anlatırken acı tatlı hatıralar geçiyordu gözünün önünden.

Göksel abisinin evinde daktiloyla yaptığı gösteriler ki ne zaman daktilonun başına geçse parmaklarını cidden bir piyanist gibi üzerinde gezdirirdi, gözü kapalı ahenkle daktilo kullanmaya çalışırdı. Annesi baygınlık geçirirdi sesten ve erkenden eve dönmekle tehdit edilince bütün o sanatkar havası kaybolurdu…

Ta ki doğum gününde ona hediye edilen piyanosuyla tanışana kadar. Küçük çocuklar çok çabuk sıkılırlar piyano derslerinden ama Ceren çok sevmişti, üstelik artık daha dışa dönük bir çocuk olmuştu.  Foça’ya geldiğinden beri tek arkadaşı Demir’di. Sınıf arkadaşlarıyla çok sıkı fıkı olamamıştı. Teneffüslerde hep Demir’in yakasına yapışır, Demir’de ondan kaçacak yer arardı. Ama piyano derslerinden sonra artık Demir’i bu derece bıktırmayı bırakmıştı. Yine de Demir’in öğretmen olan anne ve babası Demir’e gizli bir görev misali Ceren’e göz kulak olması için emir vermişlerdi. Ceren’in teneffüs ziyaretleri azalınca bu seferde mecbur Demir onu kontrole gidiyordu.  Ne zaman gitse Ceren’i kalorifer peteklerine sanki piyano tuşlarına basarmış gibi parmaklarıyla ritim tutarken görürdü. Kışın kalorifer petekleri yanmaya başladığında bile bu huyundan vazgeçirememişti Demir onu. Çünkü Ceren ısrarla parmak egzersizlerini yapamazsa parmaklarının körelebileceğinden, o zaman da ünlü bir piyanist asla olamayacağından dem vururdu.

-Sahne III-

What Dreams May Come - Ennio Morricone - Part 1


Demir’in ailesi yedi kuşak öğretmendi neredeyse. Babasının tayini Foça’ya çıkınca Eskişehir’den buraya taşınmışlardı. Ceren’de annesiyle bir yaz onları ziyarete gelmiş, bir sonraki yaz ise tamamen buraya yerleşmişti. Zaten Foça’ya adım atan, hele bir de o meşhur Karataş’a basanlar bir daha kopamazdı Foça’dan. Demir ile Ceren’in çocukluğu da böylelikle bu güzel kasabada geçmişti. Liseye başladıkları yıl Ceren’in annesi onlara fazlasıyla büyük gelen o evi alınca aralarına yeni misafirlerde eklenmişti.

Ceren’in teyzesi ve ikiz kuzenleri geldiğinde ise artık voltranı tamamen oluşturmuşlardı.  Çok renkli geçen bir lise hayatından sonra herkes gözü yaşlı bir şekilde bu defa da üniversite için evinden ayrılmak zorunda kalmıştı ama belli ki bu yaz tekrar o şaşalı yıllara geri dönülecekti.

 Aslında Ceren’in annesi yani Çiçek Hanım’ın Firdevs Hanım ile tanışıklığı ise üniversite yıllarına dayanıyordu. Çiçek Hanım’da öğretmen olabilirdi ama 80’lerde yaşanan olaylar nedeniyle okulu bırakıp İsveç’e gitmişti. Babasıyla annesinin tanışması da böyle olmuştu. Fırtınalı bir aşkla evlenen anne babası ne olmuşsa olmuş ilişkilerini yürütememişti. Aradan geçen 4 yılın sonunda Çiçek Hanım karnı burnunda memleketine dönerken, evde çok şeyin değiştiğini acı bir şekilde öğrenmişti. Yalnız Çiçek Hanımı siyasi olaylardan korumak isteyen babası, kendisini bu durumdan ne yazık ki koruyamamıştır.

Eve adım attığında içeride onu Kore Gazisi dedesi ve son gördüğünden bu yana en az on beş yıl yaşlanmış gibi duran annesi Türkmen Hanımı görmüştü.

Yokluğunda, Tekel işçisi olan babası sendika hakları nedeniyle yapılacak eyleme katılmak için evden çıkmış geri de dönememişti. Ceren’in anneannesi Türkmen Hanım ise kızı Çiçek’i bu ortamdan korumak ve siyasi olaylardan uzak tutmak için acısını bastırmış ve bu olanları sır gibi saklamıştı kızından.

Ağlamalarla ve ağıtlarla geçen uzun bir geceden sonra Ceren’i de sayarsak 4 kuşak aynı evde yeni bir hayata başlamıştı kısa zamanda.

Ceren’in doğumuyla ev yine neşe dolmuştur hem. Gazi Dede, kimseye rahat vermemiş zorla kendi istediği ismi koydurmuştu torununa. Öyle ya isim kader demektir. Torununun kaderi nasıl olur bilinmezdi ama onu bekleyen her ne ise, cesurca alt etmesini ve karanlıkta bir deniz feneri gibi parlamasını sağlayacak bir ismi olmalıydı. Babasız büyüyecek bu yavruya Ceren ismini koymayı çok istemişti o yüzden. Büyük Dede yaşlandıkça eski anılarını daha çok hatırlar olmuştu özellikle de Kore’de geçirdiği savaş yıllarını. “Ölmeden bir defa daha göreyim, torunum da bilsin adının nerden geldiğini” demeye başlamıştı sıkça.

Öyle olunca da ailece kalkıp Kore’ye gitmişlerdi. Ceren 7 yaşındaydı, her şeyi algılayacak yaştaydı ama Ceren o yolculuğu bir hayal alemindeymiş gibi hatırlıyordu. Dedesinin elinden tutmuş şehitliği gezerken, pür dikkat dinliyordu tüm o askerlik anılarını. Hatta çok ilginç bir anısı da vardı, adının nerden geldiğini de o zaman öğrenmişti. Gezi boyunca dedesini pür dikkat dinlemişti. Şehitlikten çıkıp anma törenine katıldıklarında Büyük Dedesi kalabalık içinde birisini de tanımıştı, onun gibi bir gaziydi ama Türk değil Koreliydi. Koreli Gazide onu görür görmez tanımış ve dakikalarca süren kucaklaşmadan sonra kimse kimsenin dilinden anlamasa da herkes gözyaşlarına boğulmuştu. Koreli Gazi Dede oğlu, gelini ve torunuyla anma törenine gelmişti.  Konaklama yerlerine kadar her şeyi planlamalarına rağmen Koreli aile geceyi onlarda geçirmelerinde ısrar etmişti. Dedeler kendi aralarında Korece – Türkçe karman çorman bir dille anlaşıyorlardı. Geri kalanlar ise nezaketten kırılırcasına birbirleriyle mimik ve el-kol hareketleriyle anlaşmaya çalışıyorlardı.

Ceren büyüklerin bu gövde dansını sessizce ama büyük bir keyifle izlemişti, zaten Ceren çok içe kapanık gibi görünse de aslında hayal dünyası çok geniş bir çocuktu, mutsuz değildi sadece kendi içinde yarattığı hayal alemi ona daha bir cazip geliyordu. Ama o akşam ki yemekte Ceren pür dikkat etrafında olan bitenleri izliyordu. Unutulmaması gerek bir andı bu, hissediyordu bunu, çevresindeki herkes sanki müzik kutusundan fırlamış balerinler gibiydi. Bir süre sonra konuşma sesleri gitmiş onu yerine tatlı bir müzik duymaya başlamıştı bile. İnsanlarda bu müzikle ahenk içinde dans ediyordu sanki, yerlere kadar eğilmeler, birbirleriyle anlaşmaya çalışırken karşılıklı bütün ellerin havada çizdiği o zarif gökkuşakları Ceren’de büyülü bir etki bırakmıştı.

Odada yalnız bir kişi hareketsizce duruyordu o da onu uzaktan izleyen diğer torundu. Ceren’in gördüklerini o da görüyormuş gibi ona utangaç bir şekilde gülümsüyordu. İki çocuğun birbirlerine bakıp melekler gibi gülüşmesi görülmeye değerdi.

-Sahne IV-


Ceren, anıları içinde en çok da o iki küçük çocuğun neşeyle etraflarına attıkları gülücükleri hatırlıyordu.  Hatta ne zaman piyano başına geçse o anısını canlı tutmak ister gibi çalardı Ceren. Artık hayal dünyası, gerçek dünyayı değiştirecek kadar güçlü değildi ama piyano çalarken o dünyada tekrar yalın ayak geziler yapmayı sürdürebildiğini keşfetmesi çok uzun sürmemişti. Piyano başında hayal kuran kişilerle de kimse dalga geçmezdi ne de olsa, ama daktilo için aynı şeyi söyleyemezdi.  Büyüdükçe daha çok düşünüp daha az düş kurmak gerektiğini de öğrendi herkes gibi. Eskisi gibi güzel piyano çalamaması bu yüzden olmalıydı.

Şimdi ise Andersen ile masanın başında durmuş, bu geçmişten kopup gelmiş daktiloya bakıyordu. Nerden çıkmıştı ki bu daktilo, hem de böyle bir zamanda, istemsiz bir şekilde gülümsedi Ceren. Güzel bir rüyadan uyanır gibi gerinmişti.

Andersen “Sizi sıkmadım ya”, Ceren “Tabi ki hayır, asıl ben sizi sıktım galiba, daktiloyu görünce birden…” cümlesinin devamını getiremedi bile ama Andersen bu ilk sohbetiyle bile neden onca Siren içinde meleğin Ceren’i seçtiğini anladı. Ama bu duyguyu dile dökebileceğini sanmıyordu. Öyle karşılıklı bir iki saniye susuverdiler…

Sonra Andersen tatlı sesliği bozarak işi şakaya vurmaya karar verdi.

Andersen “Madem daktiloları benim kadar seviyorsunuz,  o zaman akşamları daktilo kullanmamdan rahatsız olmayacağınızı varsayıyorum. Haneul, birkaç defa sırf bu yüzden yastıkla boğmaya kalktı beni ama siz onun kadar zalim değilsinizdir eminim.”

Ceren “Hiç merak etmeyin Bay Andersen, yedi gün yirmi dört saat daktilonuzla yazabilirsiniz benden size sonsuza kadar izin var. Bu arada daktiloyla bu kadar içli dışlı olmanızın sebebi nedir? Yoksa yazar mısınız?”

Andersen “Yani yazarım demek biraz iddialı olur(!), ama bir gün herkesin bildiği bir yazar olmak isterim, hiç kuşkusuz… Önce şu kitabımı bitireyim tabi, her şey yazacağım bu son kitaba bağlı” Son cümlesini söylerken çok ciddi bir ifade yerleşmişti yüzüne.

Ceren “O zaman sizi burada en iyi şekilde ağırlamalıyım ki, kitabınız bittiğinde belki teşekkürler kısmında benim de adım geçer :D Ah ne diyorum ben, tanışalı ne kadar oldu ama ben sizden neler istiyorum. ”

Andersen “Benimleyken içinizden geldiği gibi davranın lütfen, hiç çekinmeyin. Yalnız bu kitap belki biter, belki bitmez. Ama size yine de teşekkür edeceğim Ceren Hanım, sözüm söz”. Bu iddialı cevaptan sonra Ceren, ne diyeceğini bilemez, nazikçe gülümser sadece.

Ceren ile Andersen masanın başına geçmiş sohbeti böyle koyulturken, Haneul ve Demir oldukları yerde aynı anda

“Ne konuşuyorlar ki böyle?”

Farklı dillerde de olsa, aynı şeyden yakındıklarını anlayan ikili de birbirine bakıp zoraki bir şekilde gülümserler. Yine aynı anda…

Demir, “Ceren!”

 Haneul, “Hans!...  Öhöm Hans, Ceren Hanımı fazla meşgul etme istersen, yapacak işleri olabilir di mi ama!”

Andersen, “Ah doğru Ceren Hanım ben sizi daha fazla tutmayayım, daktiloyla ilgili anlayışınız için teşekkürler.”

Ceren, “Asıl ben sizi tutmayayım, zaten aç olduğunuzu tahmin ediyorum.  Size güzel bir Türk Kahvaltısı hazırlamamı ister misiniz?”

Türk Kahvaltısı sözcükleri Ceren’in ağzından dökülür dökülmez , Haneul “Siyah çay da var mı?” diye öne atılır.

Ceren, şaşkınlıkla “Olmaz olur mu, size kusursuz bir kahvaltı hazırlayalım o halde. Bu arada da siz de iyicene yerleşirsiniz.”

-Sahne V-

T-ARA EunJung Coffee House OST

Çok geçmeden, Demir ile Ceren aşağıya inip dedikodulara başlamışlardı bile.  Demir Andersen’e takmıştı bir kere. Neden hiç iç çamaşırı yoktu? neden rengarenk kıyafetleri vardı? diye. Ama Haneul ile aynı kafadan olduklarını düşünmeye başlamış, içi ısınmıştı ona. Ceren ise Demir bu konuşmaları yaparken hayalperestliğinden ötürü hiç azar yemediğine seviniyordu :D Kahvaltıyı arka bahçede tente altına kurmuşlardı sonunda.

Aynı anda üst katta Haneul, Andersen’i azarlamaya yeni başlamıştı.

“O kadar yazlık alışverişine çıktık, yine mi bu tuhaf şeyler nerden çıktı! Ben bu şeyleri atmamış mıydım adamım yaa? nerde sana aldığım çamaşırlar gene donsuz mu gezeceksin be adam”

Andersen, “İçlik giyiyorum ya, her tarafımı kapatıyor. Senin gibi içime kısa paçalı kadın donu giyemem ben.  Bizim oralarda kadınlar giyer o şeyleri…” Andersen Boxer’ı kastediyordu :D

Haneul, “Yahu kaç defa anlatacağım sana, o dediğin dedemlerin zamanında bile yoktu be, dünya kadar mağaza gezdirdim sana! Hiç mi bir şey öğrenemedin!”

Andersen “ Giymeyeceğim işte!”

Haneul gittikçe cinnet sınırına yaklaşmıştı, “Hadi bu çamaşır konusunu geçtim, kadın gibi giyinen benim sensin normal olan. Peki bu kıyafetlere ne demeli?”

Andersen “Siyah ve lacivert giyinmekten içim dışıma çıktı bir ömür, artık yeni şeyler giymek istiyorum var mı bir diyeceğin?”

Haneul, “Off senle konuşanda kabahat, ne yaparsan yap! Benimleyken biraz daha düzgün giyinseydin fena olmazdı. Ama hiç değilse akşamları tiril tiril gezme etrafta! Sayrın seni öyle görmesin, elimden bir kaza çıkar.” Haneul bunları söylüyordu ama içinden de pis pis gülüp aslında “Buranın sıcağında kaç gün dayanacaksın bakalım o Süpermen kıyafetlerinle, için dışın pişsin de o zaman göreyim seni”

Andersen “Sana bir sır vereyim dostum! Kıyafetler birbirine ne kadar uymazsa, o kadar cesaretle giyinirsin*. Ben ne giysem senden yakışıklı olurum pehh. Hem onun adı Ceren, bir söyleyemedin gitti”.

Haneul, “Tabi tabi! Sıcak başına vurunca göreceğim  seni”, Andersen “Hıı?”

“Yok bir şey, hadi aşağı inelim, ölüyorum açlıktan”

Birkaç dakika içinde herkes arka bahçede yerini almıştı. Haneul bardak bardak çayları götürüyordu. Bir de buradaki zeytinler ne güzeldi, renk renk. Hatta ekşi tadı olan sarı zeytinlerde kırmızı biber bile vardı. Bir de puro gibi sarılmış hamur işi tuzlular vardı. İçindeki bol sütlü olduğu belli taze peynire ve yeşilliğe bayılmıştı.

Haneul sürekli sorular soruyordu sofradakileri göstererek. Birkaç tane Türkçe kelime de öğrenmişti şimdiden. Bu arada herkes birbiri hakkında sorular sorduğu için arkadaşça bir ortam kurulmuştu ilk günden.

Özellikle de Haneul’un çenesi düşmüştü sofrada, bütün muhabbetleri o açıyordu. Israrla Demir’e çok benzeyen Koreli bir aktörün olduğunu söyleyip duruyordu, Danimarka’dayken öyle çok takip edemiyordu Kore’yi ama Demir’e benzeyen birileri olduğuna adı gibi emindi. Demir, benim bir eşim benzerim yok nidaları atıyordu yine de :D Kahvaltının sonuna doğru Haneul artık Ceren’in adını da düzgün telaffuz etmeyi başarmıştı.

Pansiyona adım attığından beri kendini korunuyormuş gibi hissetmeye başlamıştı Haneul, uzun zamandır hiç bu kadar huzurlu olmamıştı. Acısı dinmişti, ama neden acı çektiği bile hatırlamıyordu, yakın geçmişini zar zor hayal edebiliyordu. Bir şeyleri hatırlamaya çalıştıkça içine sıkıntı basıyordu. O da düşünmeyi bırakmıştı. Şimdi Ceren ile karşılıklı oturmuş Andersen ve Demir yokmuşçasına gülücükler atıyordu :D Yemek faslı bitince, zar zor masadan kalkmaya ikna etti kendini yoksa akşama kadar otururdu, tam kalkarken bahçenin kapısında bir adam belirdi.

Demir, “Vayyy Göksel Abim Hoşgeldin :D Bu ne yakışıklılık her sene daha bir gençleşiyorsun sanki ”

Göksel, “Bırak yağ çekmeyi taze damat, sizin yanınızda iyicene moruk kalıyoruz artık, bilmiyoruz sanki :D  Asıl sen hoş geldin. ”

Demir, “Sen hepimize taş çıkarırsın, hiç merak etme.”

Ceren, “Hoşgeldin Göksel Abi, aç mısın? Bizim sofradan kalkacağımız yok, hemen sana da bir servis hazırlıyorum.”

Göksel, “ Güzel demli bir çay getirsen yeter Ceren, azıcık laflayalım da yüzünüzü göreyim diye geldim.”

Sofrada oturan diğer iki kişiyi görmesi uzun sürmedi. Demir’e dönüp bu defa da; “Misafirleriniz de mi var? Demir kuzenin mi geldi, hayırdır! Maşallah gelin hanım olmadan fır dönüyorsun etrafta  :)”

Demir, “Yapma Göksel Abi, onlar turist! Kuzenim filan değil :D Ama çok sıcak kanlılar, hemen tanıştırayım sizi :D”

İkinci bir sohbet faslı başlar, bu defa da Haneul Göksel’i İtalyan bir yönetmene benzetir, adı dilinin ucundadır ama bir türlü hatırlayamaz :D Göksel ile en çok Andersen anlaşır, Ceren hemen bir daktilo muhabbeti açar sonra da gerisi gelir zaten. Saatlerce yapılan sohbetten sonra, Göksel aralarından ayrılırken, Andersen odasına çıkmak için izin ister, gün bitmeden kısa bir yüzme turu yapmaya kararlıdır, yukarıya üstünü değiştirmeye gider. Geri kalan herkes salondayken, girişe bakan kapıda bir bayan belirir. Dalga dalga koyu saçları ve yüzünde kocaman gülümsemesiyle Demir’in onu fark etmesi çabuk olur :D “Ivyyyyy”

Ivy, “Ben geldiiiim  :D”

-Sahne VI-

My Girl OST: Happy Happy

Ivy daha bavullarını toplayıp hava alanına giderken, "Seni yendim Amerika" nidaları atmaya başlamıştı. Onca yorucu geçen yıllardan sonra hayatında hep askıda ya da yarım kalmış şeylerin birdenbire çorap söküğü gibi çözülüvermesi onu mutluluğa boğmuştu. Doktorası bitmiş, hayatının aşkını bulmuş şimdi de yeni, bir o kadar da heyecan verici bir hayat önüne serilmişti. İzmir gibi güzel bir şehirde yaşayacaktı bundan sonra, Üniversitedeki yeri de hazırdı, artık resmen bir öğretim görevlisiydi. Bu yeni döneme başlamadan önce keyifli bir tatil geçirmek istiyordu. Demir’in ailesi aslen Eskişehirli Tatarlar'dandı ama İzmir’in sakin bir sahil kasabasında yaşıyorlardı. Kafasını dinlemek için kusursuz bir yerdi, en azından Demir öyle söylemişti, yoksa şu zamana kadar bir türlü gitme fırsatı bulamamıştı. Ankara’da yapılan düğünden sonra evlerini kurmak ve üniversitedeki işlerini halletmek için İzmir’de çok sık kalmışlardı. Ama hala tadını çıkaramamıştı İzmir’in,  özellikle de bu Foça tatili gözünde tütüyordu.

Her şeyin bu kadar hızlı gelişmesi onu ilk başta ürkütse de, tüm bu hareketlilik ona da enerji vermişti.  Tamamlanmasını beklediği işlerin bir anda hallolmasıyla önce bir çığlık atmış, sonrasında da işaret parmağını havaya kaldırıp “Benim bir fikrim geldi! (burda gözlerinde muzipçe bir ışıltı görüyoruz) :D Neden Demir’e bir sürpriz yapmıyorum ki :D Beni bir haftadan önce beklemiyor,  sürpriz yapıp pansiyonu bassam kesin beni görünce bayılır hahah  :D” deyivermişti :D

Bütün eşyalarını çoktan evine yerleştirdiği için küçük bir çantayla Foça adım attığında içi içine sığmıyordu İvy’nin, önce Demir’in ailesini aramayı düşündü ama yılın bu zamanlarında Eskişehir’de oldukları aklına geldi, o zaman direkt pansiyona baskın yapmalıydı.

Açlıktan ölüyordu, çoktan öğlen olmuştu, sora sora buldu pansiyonu. İşte şimdi sürpriz zamanıydı :D

Birkaç adımlık merdivenlerden çıkıp, pansiyona girdiğinde etrafta kimseyi göremedi ama sağ taraftaki salondan içeri girdiğinde nefesi kesildi, ne kadar güzel bir salondu bu, karşı duvarda bir piyano sağında solunda ise ufak tefek puf koltuklar gördü. Ceren’in olmalıydı piyano, Demir bahsetmişti önceden. Sağ tarafında da salonun sahile bakan pencerelerinden içeri sıcak bir ışık giriyordu. Özellikle eskitilmiş antika görünümlü mobilyalara zıt şekilde aksesuarlar ve duvardaki tablolar rengarenkti, parlak ışıkta bu daha bir belirgindi.  Salonun diğer tarafında arka bahçeye açılan bir başka kapı ve büyük pencereler görülüyordu. Pencerelerin önünde salondan L şeklinde bir tezgahla ayrılmış sevimli bir mutfak görülüyordu.

O anda dışarıdan gelen sesleri fark etti, arka bahçede insanlar vardı. Hepsi birden ayağa kalkmıştı. Hemen giriş kısmına geri dönüp, Demir’in salona girmesini beklemeye başladı. Demir onu görünce kesin bayılacaktır mutluluktan  :D

Evet işte herkes salona girmişti, Demir giriş kısmında birisi olduğunu fark edip kafasını çevirir…

“Ivyyyy!!!! :D “

 Ivy, “Ben geldiiiim  :D”

Ama o da ne! Merdivenlerin olduğu yerden bir ses duyup kafasını oraya çevirir Ivy, merdivenlerden süzülerek gelen Andersen’dir, 1900’lerin başından gelmiş gibi duran tek parça mayosuyla* hapishane kaçkınlarına benzemekle birlikte, Ivy küçük dilini de yutmuştur. Yaptığı plana göre Demir sevinçten bayılacaktı onu gördüğünde ama şimdi bayılma sırası ondadır.

Ivy “Hööö… o ne! kim bu!, Demiiiğr”

Ivy son sözlerini söyleyip nalları dikerken, Demri onu bir hışımla yakalayıp kucağına almıştır bile ama ne olduğunu anlayamamıştır daha. Demir ve Ivy'nin etrafına toplanmıştır herkes, kimse neden bayıldığını anlayamamıştır.

Ceren "Tansiyonu mu düştü acaba?"

Haneul "Hava çok sıcak belki güneş çarpmıştır."

Demir ise gayet dramatik bir şekilde.. "Ivyyyy, dönüşün böyle mi olacaktııığğ"

Ceren "Sakin ol Demir, Türkan Şoray moduna bağlama hemen... Yol uzundu, tansiyonu düşmüştür belki!"

Demir "Öyle hassas bir bünyesi yoktur ama neden bayıldı ki????"

Andersen "Ben de anlamadım neden bayıldı!" :D

Andersen bunları söylerken millet onu daha yeni farketmiştir, bütün gözler ona çevrilir, aynı anda herkes sus pus kesilir. Haneul hariç! Bir hışımla Andersen'ı omzuna yükleyip merdivenlerden yukarı koşmaya başlamıştır bile :D

Ceren "O(h)aaa resmen adam kaldırdı!!!"

Yukarı kata çıktıklarında, Haneul soluk soluğadır, boğazındaki damarlar şişmiş, gözler beyaz ırka kaçacak kadar büyümüştür. Andersen yere bıraktığı anda yaygarayı koparır.

"Ben bu mayoyu yakmıştım, sen onu nasıl ? Nasıllll,  Nasıl!!!!"

3.Bölümün Sonu

NOTLAR

*Skrivekugle: Danca daktiloya verilen ilk isim, Yazar Top anlamına gelmektedir. Bkz: Kaynak

*Nisan ayı itibariyle son daktilo fabrikası da kapanmıştır. Bkz: Kaynak
* “Sana bir sır vereyim dostum! Kıyafetler birbirine ne kadar uymazsa, o kadar cesaretle giyinirsin” SKKS’ın 18. Bölümünden çok sevdiğim bir repliktir :)

*Andersen'in iç akıtan mayosu Bkz: Kaynak

Auto Draft