12 Eylül 2011 Pazartesi

Küçük Siren 3. Bölüm

-Sahne I-

My Girl OST: Happy Happy


Andersen, “Ne zamandır(!) böyle bir tatil yapmak istiyordum, iyi oldu bu görev dübi dü dübi dü, düüü”

Bu şekilde mırıldana dursun çantasından önce 3-4 tane kurşun asker çıkarıp pencerenin önüne dizer ama Demir bir an onlara bir şeyler mırıldadığını görür gibi olur.  Ardından içlik gibi şeylerin yapıldığı bir kumaşa sarılmış kocaman bir şeyi bavuldan zar zor çıkarıp masada ona yer açar. Bavulu ise yatağa koyup içindeki giysileri hemen köşedeki dolaba yerleştirmeye koyulur. Bavuldan çıkardığı giysiler ya içliktir! Evet evet içliktir ya da rengarenk gömlek ve pantolonlardır.

Demir “İçlik mi onlar? Hiç iç çamaşırı da görmedim. Kıyafetlerinde hepsi renkli ama sanki biraz fazla renkli değil mi bu? Yoksa cidden! Eğğ yok canım” . Andersen masanın başına döndüğünde ise bohça gibi sarıp sarmalanan şeyin eski bir daktilo olduğunu görür.

Demir “Yok artık! Koca bavuldan ne çıktı!! Ceren bak bak! Cee???”

Ceren, diğer kapının başında durmuş Haneul’u izlemektedir.  Hayalleri ise bir dünya başının etrafında dönmektedir;

“Ceren Uçmağ Kim!!!  Ben şimdi 28 yaşındayım, Bay Kim desem 30!! Bu sene evlensek, 2 seneden önce çocuk zor tabi.... Müslüman olması da şart değil ama çifte vatandaşlık işini halletmek lazım!... hımm acaba buraya yerleşir mi?... Yazları burada duralım bari, kışın zaten pansiyon olmaz… Ne güzel boyu da uzun, bizim aileden neden tek kısa ben çıktım ki pufff, neyse çocuklar yaşadı… ayy erkek olursa adı Kuzey olsun, ama gerçekten Danimarkalı değildir herhalde… Doğukan da olur… Keşke Uzakdoğu, Uzakbatı’da(!) olsaydı, Batu ismini daha çok seviyordum ben… neyse canım buldum da buluyorum… ”

Ceren birden irkilir, kafasını çevirdiğinde Demir’in yüz ifadesini görür. “Ha(y) ben… bunları yüksek sesle mi düşündüüüm?!!!” . Demir mavi ekrana bağlamış Ceren’e bakıyordur çoktan, galiba sesli düşünmüştü :D

Demir “Senaryoya göre ben şimdi bir şeyler demeliyim ama inan kelimeler kifayetsiz kalmış durumda.”

Ceren “Şşştttt, seni duyacaklar”, Demir “KA-FA-MI!!…” sesini alçaltır birden “kafamı buluyorsun Ceren benle, sanki Türkçe biliyorlar da… neyse bayan kendinden bi-bağımsız özgür hanım bunu sonra konuşalım istersen. Zira senden daha vahim durumda olanlar da var”  diyerek Andersen’in odasına doğru çenesiyle işaret etmek ister ama birden yüzü bir şeye çarpar.

 Andersen ona bahşedilen her dili anlama kabiliyetiyle olanları duyup neşelenmişti ve fırsat bu fırsat hemen onlarla muhabbete girmek isteyip yanlarına gelmişti.

Ama Demir yanlış bir hamleyle yüzünü Andersen’in böğrüne dayadığında, birden gıdıklanıp olduğu yerde kıvranmaya başlayan Andersen’in ağzından sözcükler de bir tuhaf çıkıvermişti. “Aja aja what’s up?” (Türkçe meali: Ay ay n’aber?  :) )

En dostane yüz ifadesini takınıp Ceren ve Demir’e yönlenmişti ama Demir çoktan Ceren’in arkasına saklanıp yüzük parmağını göstermeye başlamıştı bile, niye böyle bir şey yapmıştı ki? “İlginç” diye düşündü Andersen.

Demir “Be benim bi bir karım var, onu da çok seviyorum!.. Ceren, sen de bir şeyler söylesene şuna…”

Ceren bir yandan Demir’e “N’apıyorsunnn, rezil oluyoruz, çekilsene arkamdan!” derken, bir yandan da şaşkın şaşkın bakan Andersen’i daha ilk dakikada pansiyondan kaçırmak istemediği için durumu kurtaracak doğru sözleri bulmaya çabalar ama nafile. Aklına hiçbir şey gelmiyordur…

Ama birden diğer odadan Haneul çıkar… “Hansss  , yine ne oluyor?”

–Bir şey olduğu yok ben sadece dostça sohbet etmeye çalışıyoo…

Haneul, çaktırmadan Andersen’i dürtüp sessizce azarlamaya başlamıştır. “Her gittiğimiz yerde bir pot kırıyorsun, yine ne yaptın da insanlar senden kaçıyor  haa?”

-Ben cidden bir şey yapmadım kiii sadece arkadaş olmaya çalışıyordum.

Haneul “Yok sana arkadaş markadaş ssst dıtt!”

Andersen ve Haneul böyle çocuk gibi didişirlerken Ceren hala bu konudan uzaklaşmaya çabalıyordu. Son bir gayretle ağzından “aaa ne güzel daktilo?” sözcükleri çıkıvermişti. Bunu duyan Andersen’in asık suratı birden aydınlanmıştı çünkü dünyaya geri döndüğünden beri ilk defa karşısındaki kişiyi hipnotize etmeden birileri onunla konuşmaya başlamıştı.

Çok geçmeden Haneul’u bir omuz silkmesiyle geri de bırakıp Ceren’in koluna girmişti bile… “Sana daktilo mu göstereyim mi? :D”

Ceren “Ta ta tabi… ben çok severim  ki daktiloları :D” Andersen “Ben de ben de! Seninle çok iyi anlaşacağız Ceren :D”

Ceren “Ceren değil Cee!… aa doğru söylediniz”

Andersen “Kulağım iyidir, imkan olsa da her dili konuşabilsem :D (ki konuşuyorum nıhahha) “

-Sahne II-

Masanın başına geldiklerinde Ceren daktilonun güzelliği karşısında öylece kala kalır, çok güzel işlemeli antika bir daktilodur bu. Ama nasıl bavulla buraya kadar getirebilmiş ki bunu?

Comptine d'Un Autre Été- Die fabelhafte Welt der Amélie Piano

Ceren “Küçükken çok istemiştim benim de bir daktilom olsun.” Andersen “Aaaa aynı ben! Benim zamanımda öyle her yerde yoktu bu skrivekugle’dan* yani… daktilodan! Çok istemiştim de alamamıştım, ama gelir gelmez kendime aldım bir tane”

Ceren dediklerine bir anlam verememişti tabi ki, kendisinden 5-6 yaş büyük gösteriyordu Andersen. Üstelik geldiği yer Danimarka’ydı oralarda nasıl olmaz böyle şeyler. Yine de çok üzerinde durmadı daha doğrusu duramadı. İnsanın aklına Andersen ile ilgili kuşku duyulacak bir şey gelse anında unutulup gidiyordu, Andersen’in dünyadaki yolculuğunu kolaylaştıran bir sihirdi bu. Her koşulda da işe yarıyordu.

Örneğin içinde daktilo varken bile çok rahat uçakla buraya kadar getirebilmişti bavulunu. Bir de şu koku mevzusu var, aslında bavul hiç kokmuyordu ama ne olursa olsun o bavula kimsenin yaklaşmaması ve onu sahiplenmemesi gerekiyordu.  Bunu önlemek için Andersen, insanlara bavulun koktuğuna dair bir düşünce aşılıyordu. Böylelikle bavul her zaman güvende kalacaktı.

Ceren iki adım ötesinde duran bavulla hiç ilgilenmemişti bile, ne o an ne de en başından beri onun için çok sıradan bir şeydi, Demir ve Haneul neden bu kadar rahatsız olmuştu ki! Ama daktilo çok hoşuna gitmişti.

Ceren “İyiki de almışsınız, artık ne bu antika daktilolardan bulmak mümkün, ne de otomatik olanlardan. Son daktilo fabrikası* da maalesef kapatılmış.” Ceren derin bir iç çekip konuşmasına devam etti. “Çocuklarımıza dinozorları anlatır gibi daktiloları anlatacağız sanırım. Çok üzücü değil mi? Halbuki ben küçükken ne çok severdim daktilonun sesini. Bir aile dostumuz vardı, ne zaman ona gitsek onun daktilosuyla oynar dururdum, ne yazdığım önemli değildi, çıkan sese bayılırdım. Haliyle herkesin başını ağrıtırdım :D”

Foça’ya geleli henüz bir yıl olmuştu, annemden doğum günümde bana daktilo almasını istemiştim. Annem de kızım dayanamam ben o gürültüye, sana onun yerine piyano alsak nasıl olur? Hem onda daha çok tuş var demiş ve doğum günümde bana çok güzel bir duvar piyanosu almıştı... Çocuk aklı işte hemen kandım anneme, daktilom değil belki ama çok güzel bir piyanom olmuştu. ”

Ceren bunları anlatırken acı tatlı hatıralar geçiyordu gözünün önünden.

Göksel abisinin evinde daktiloyla yaptığı gösteriler ki ne zaman daktilonun başına geçse parmaklarını cidden bir piyanist gibi üzerinde gezdirirdi, gözü kapalı ahenkle daktilo kullanmaya çalışırdı. Annesi baygınlık geçirirdi sesten ve erkenden eve dönmekle tehdit edilince bütün o sanatkar havası kaybolurdu…

Ta ki doğum gününde ona hediye edilen piyanosuyla tanışana kadar. Küçük çocuklar çok çabuk sıkılırlar piyano derslerinden ama Ceren çok sevmişti, üstelik artık daha dışa dönük bir çocuk olmuştu.  Foça’ya geldiğinden beri tek arkadaşı Demir’di. Sınıf arkadaşlarıyla çok sıkı fıkı olamamıştı. Teneffüslerde hep Demir’in yakasına yapışır, Demir’de ondan kaçacak yer arardı. Ama piyano derslerinden sonra artık Demir’i bu derece bıktırmayı bırakmıştı. Yine de Demir’in öğretmen olan anne ve babası Demir’e gizli bir görev misali Ceren’e göz kulak olması için emir vermişlerdi. Ceren’in teneffüs ziyaretleri azalınca bu seferde mecbur Demir onu kontrole gidiyordu.  Ne zaman gitse Ceren’i kalorifer peteklerine sanki piyano tuşlarına basarmış gibi parmaklarıyla ritim tutarken görürdü. Kışın kalorifer petekleri yanmaya başladığında bile bu huyundan vazgeçirememişti Demir onu. Çünkü Ceren ısrarla parmak egzersizlerini yapamazsa parmaklarının körelebileceğinden, o zaman da ünlü bir piyanist asla olamayacağından dem vururdu.

-Sahne III-

What Dreams May Come - Ennio Morricone - Part 1


Demir’in ailesi yedi kuşak öğretmendi neredeyse. Babasının tayini Foça’ya çıkınca Eskişehir’den buraya taşınmışlardı. Ceren’de annesiyle bir yaz onları ziyarete gelmiş, bir sonraki yaz ise tamamen buraya yerleşmişti. Zaten Foça’ya adım atan, hele bir de o meşhur Karataş’a basanlar bir daha kopamazdı Foça’dan. Demir ile Ceren’in çocukluğu da böylelikle bu güzel kasabada geçmişti. Liseye başladıkları yıl Ceren’in annesi onlara fazlasıyla büyük gelen o evi alınca aralarına yeni misafirlerde eklenmişti.

Ceren’in teyzesi ve ikiz kuzenleri geldiğinde ise artık voltranı tamamen oluşturmuşlardı.  Çok renkli geçen bir lise hayatından sonra herkes gözü yaşlı bir şekilde bu defa da üniversite için evinden ayrılmak zorunda kalmıştı ama belli ki bu yaz tekrar o şaşalı yıllara geri dönülecekti.

 Aslında Ceren’in annesi yani Çiçek Hanım’ın Firdevs Hanım ile tanışıklığı ise üniversite yıllarına dayanıyordu. Çiçek Hanım’da öğretmen olabilirdi ama 80’lerde yaşanan olaylar nedeniyle okulu bırakıp İsveç’e gitmişti. Babasıyla annesinin tanışması da böyle olmuştu. Fırtınalı bir aşkla evlenen anne babası ne olmuşsa olmuş ilişkilerini yürütememişti. Aradan geçen 4 yılın sonunda Çiçek Hanım karnı burnunda memleketine dönerken, evde çok şeyin değiştiğini acı bir şekilde öğrenmişti. Yalnız Çiçek Hanımı siyasi olaylardan korumak isteyen babası, kendisini bu durumdan ne yazık ki koruyamamıştır.

Eve adım attığında içeride onu Kore Gazisi dedesi ve son gördüğünden bu yana en az on beş yıl yaşlanmış gibi duran annesi Türkmen Hanımı görmüştü.

Yokluğunda, Tekel işçisi olan babası sendika hakları nedeniyle yapılacak eyleme katılmak için evden çıkmış geri de dönememişti. Ceren’in anneannesi Türkmen Hanım ise kızı Çiçek’i bu ortamdan korumak ve siyasi olaylardan uzak tutmak için acısını bastırmış ve bu olanları sır gibi saklamıştı kızından.

Ağlamalarla ve ağıtlarla geçen uzun bir geceden sonra Ceren’i de sayarsak 4 kuşak aynı evde yeni bir hayata başlamıştı kısa zamanda.

Ceren’in doğumuyla ev yine neşe dolmuştur hem. Gazi Dede, kimseye rahat vermemiş zorla kendi istediği ismi koydurmuştu torununa. Öyle ya isim kader demektir. Torununun kaderi nasıl olur bilinmezdi ama onu bekleyen her ne ise, cesurca alt etmesini ve karanlıkta bir deniz feneri gibi parlamasını sağlayacak bir ismi olmalıydı. Babasız büyüyecek bu yavruya Ceren ismini koymayı çok istemişti o yüzden. Büyük Dede yaşlandıkça eski anılarını daha çok hatırlar olmuştu özellikle de Kore’de geçirdiği savaş yıllarını. “Ölmeden bir defa daha göreyim, torunum da bilsin adının nerden geldiğini” demeye başlamıştı sıkça.

Öyle olunca da ailece kalkıp Kore’ye gitmişlerdi. Ceren 7 yaşındaydı, her şeyi algılayacak yaştaydı ama Ceren o yolculuğu bir hayal alemindeymiş gibi hatırlıyordu. Dedesinin elinden tutmuş şehitliği gezerken, pür dikkat dinliyordu tüm o askerlik anılarını. Hatta çok ilginç bir anısı da vardı, adının nerden geldiğini de o zaman öğrenmişti. Gezi boyunca dedesini pür dikkat dinlemişti. Şehitlikten çıkıp anma törenine katıldıklarında Büyük Dedesi kalabalık içinde birisini de tanımıştı, onun gibi bir gaziydi ama Türk değil Koreliydi. Koreli Gazide onu görür görmez tanımış ve dakikalarca süren kucaklaşmadan sonra kimse kimsenin dilinden anlamasa da herkes gözyaşlarına boğulmuştu. Koreli Gazi Dede oğlu, gelini ve torunuyla anma törenine gelmişti.  Konaklama yerlerine kadar her şeyi planlamalarına rağmen Koreli aile geceyi onlarda geçirmelerinde ısrar etmişti. Dedeler kendi aralarında Korece – Türkçe karman çorman bir dille anlaşıyorlardı. Geri kalanlar ise nezaketten kırılırcasına birbirleriyle mimik ve el-kol hareketleriyle anlaşmaya çalışıyorlardı.

Ceren büyüklerin bu gövde dansını sessizce ama büyük bir keyifle izlemişti, zaten Ceren çok içe kapanık gibi görünse de aslında hayal dünyası çok geniş bir çocuktu, mutsuz değildi sadece kendi içinde yarattığı hayal alemi ona daha bir cazip geliyordu. Ama o akşam ki yemekte Ceren pür dikkat etrafında olan bitenleri izliyordu. Unutulmaması gerek bir andı bu, hissediyordu bunu, çevresindeki herkes sanki müzik kutusundan fırlamış balerinler gibiydi. Bir süre sonra konuşma sesleri gitmiş onu yerine tatlı bir müzik duymaya başlamıştı bile. İnsanlarda bu müzikle ahenk içinde dans ediyordu sanki, yerlere kadar eğilmeler, birbirleriyle anlaşmaya çalışırken karşılıklı bütün ellerin havada çizdiği o zarif gökkuşakları Ceren’de büyülü bir etki bırakmıştı.

Odada yalnız bir kişi hareketsizce duruyordu o da onu uzaktan izleyen diğer torundu. Ceren’in gördüklerini o da görüyormuş gibi ona utangaç bir şekilde gülümsüyordu. İki çocuğun birbirlerine bakıp melekler gibi gülüşmesi görülmeye değerdi.

-Sahne IV-


Ceren, anıları içinde en çok da o iki küçük çocuğun neşeyle etraflarına attıkları gülücükleri hatırlıyordu.  Hatta ne zaman piyano başına geçse o anısını canlı tutmak ister gibi çalardı Ceren. Artık hayal dünyası, gerçek dünyayı değiştirecek kadar güçlü değildi ama piyano çalarken o dünyada tekrar yalın ayak geziler yapmayı sürdürebildiğini keşfetmesi çok uzun sürmemişti. Piyano başında hayal kuran kişilerle de kimse dalga geçmezdi ne de olsa, ama daktilo için aynı şeyi söyleyemezdi.  Büyüdükçe daha çok düşünüp daha az düş kurmak gerektiğini de öğrendi herkes gibi. Eskisi gibi güzel piyano çalamaması bu yüzden olmalıydı.

Şimdi ise Andersen ile masanın başında durmuş, bu geçmişten kopup gelmiş daktiloya bakıyordu. Nerden çıkmıştı ki bu daktilo, hem de böyle bir zamanda, istemsiz bir şekilde gülümsedi Ceren. Güzel bir rüyadan uyanır gibi gerinmişti.

Andersen “Sizi sıkmadım ya”, Ceren “Tabi ki hayır, asıl ben sizi sıktım galiba, daktiloyu görünce birden…” cümlesinin devamını getiremedi bile ama Andersen bu ilk sohbetiyle bile neden onca Siren içinde meleğin Ceren’i seçtiğini anladı. Ama bu duyguyu dile dökebileceğini sanmıyordu. Öyle karşılıklı bir iki saniye susuverdiler…

Sonra Andersen tatlı sesliği bozarak işi şakaya vurmaya karar verdi.

Andersen “Madem daktiloları benim kadar seviyorsunuz,  o zaman akşamları daktilo kullanmamdan rahatsız olmayacağınızı varsayıyorum. Haneul, birkaç defa sırf bu yüzden yastıkla boğmaya kalktı beni ama siz onun kadar zalim değilsinizdir eminim.”

Ceren “Hiç merak etmeyin Bay Andersen, yedi gün yirmi dört saat daktilonuzla yazabilirsiniz benden size sonsuza kadar izin var. Bu arada daktiloyla bu kadar içli dışlı olmanızın sebebi nedir? Yoksa yazar mısınız?”

Andersen “Yani yazarım demek biraz iddialı olur(!), ama bir gün herkesin bildiği bir yazar olmak isterim, hiç kuşkusuz… Önce şu kitabımı bitireyim tabi, her şey yazacağım bu son kitaba bağlı” Son cümlesini söylerken çok ciddi bir ifade yerleşmişti yüzüne.

Ceren “O zaman sizi burada en iyi şekilde ağırlamalıyım ki, kitabınız bittiğinde belki teşekkürler kısmında benim de adım geçer :D Ah ne diyorum ben, tanışalı ne kadar oldu ama ben sizden neler istiyorum. ”

Andersen “Benimleyken içinizden geldiği gibi davranın lütfen, hiç çekinmeyin. Yalnız bu kitap belki biter, belki bitmez. Ama size yine de teşekkür edeceğim Ceren Hanım, sözüm söz”. Bu iddialı cevaptan sonra Ceren, ne diyeceğini bilemez, nazikçe gülümser sadece.

Ceren ile Andersen masanın başına geçmiş sohbeti böyle koyulturken, Haneul ve Demir oldukları yerde aynı anda

“Ne konuşuyorlar ki böyle?”

Farklı dillerde de olsa, aynı şeyden yakındıklarını anlayan ikili de birbirine bakıp zoraki bir şekilde gülümserler. Yine aynı anda…

Demir, “Ceren!”

 Haneul, “Hans!...  Öhöm Hans, Ceren Hanımı fazla meşgul etme istersen, yapacak işleri olabilir di mi ama!”

Andersen, “Ah doğru Ceren Hanım ben sizi daha fazla tutmayayım, daktiloyla ilgili anlayışınız için teşekkürler.”

Ceren, “Asıl ben sizi tutmayayım, zaten aç olduğunuzu tahmin ediyorum.  Size güzel bir Türk Kahvaltısı hazırlamamı ister misiniz?”

Türk Kahvaltısı sözcükleri Ceren’in ağzından dökülür dökülmez , Haneul “Siyah çay da var mı?” diye öne atılır.

Ceren, şaşkınlıkla “Olmaz olur mu, size kusursuz bir kahvaltı hazırlayalım o halde. Bu arada da siz de iyicene yerleşirsiniz.”

-Sahne V-

T-ARA EunJung Coffee House OST

Çok geçmeden, Demir ile Ceren aşağıya inip dedikodulara başlamışlardı bile.  Demir Andersen’e takmıştı bir kere. Neden hiç iç çamaşırı yoktu? neden rengarenk kıyafetleri vardı? diye. Ama Haneul ile aynı kafadan olduklarını düşünmeye başlamış, içi ısınmıştı ona. Ceren ise Demir bu konuşmaları yaparken hayalperestliğinden ötürü hiç azar yemediğine seviniyordu :D Kahvaltıyı arka bahçede tente altına kurmuşlardı sonunda.

Aynı anda üst katta Haneul, Andersen’i azarlamaya yeni başlamıştı.

“O kadar yazlık alışverişine çıktık, yine mi bu tuhaf şeyler nerden çıktı! Ben bu şeyleri atmamış mıydım adamım yaa? nerde sana aldığım çamaşırlar gene donsuz mu gezeceksin be adam”

Andersen, “İçlik giyiyorum ya, her tarafımı kapatıyor. Senin gibi içime kısa paçalı kadın donu giyemem ben.  Bizim oralarda kadınlar giyer o şeyleri…” Andersen Boxer’ı kastediyordu :D

Haneul, “Yahu kaç defa anlatacağım sana, o dediğin dedemlerin zamanında bile yoktu be, dünya kadar mağaza gezdirdim sana! Hiç mi bir şey öğrenemedin!”

Andersen “ Giymeyeceğim işte!”

Haneul gittikçe cinnet sınırına yaklaşmıştı, “Hadi bu çamaşır konusunu geçtim, kadın gibi giyinen benim sensin normal olan. Peki bu kıyafetlere ne demeli?”

Andersen “Siyah ve lacivert giyinmekten içim dışıma çıktı bir ömür, artık yeni şeyler giymek istiyorum var mı bir diyeceğin?”

Haneul, “Off senle konuşanda kabahat, ne yaparsan yap! Benimleyken biraz daha düzgün giyinseydin fena olmazdı. Ama hiç değilse akşamları tiril tiril gezme etrafta! Sayrın seni öyle görmesin, elimden bir kaza çıkar.” Haneul bunları söylüyordu ama içinden de pis pis gülüp aslında “Buranın sıcağında kaç gün dayanacaksın bakalım o Süpermen kıyafetlerinle, için dışın pişsin de o zaman göreyim seni”

Andersen “Sana bir sır vereyim dostum! Kıyafetler birbirine ne kadar uymazsa, o kadar cesaretle giyinirsin*. Ben ne giysem senden yakışıklı olurum pehh. Hem onun adı Ceren, bir söyleyemedin gitti”.

Haneul, “Tabi tabi! Sıcak başına vurunca göreceğim  seni”, Andersen “Hıı?”

“Yok bir şey, hadi aşağı inelim, ölüyorum açlıktan”

Birkaç dakika içinde herkes arka bahçede yerini almıştı. Haneul bardak bardak çayları götürüyordu. Bir de buradaki zeytinler ne güzeldi, renk renk. Hatta ekşi tadı olan sarı zeytinlerde kırmızı biber bile vardı. Bir de puro gibi sarılmış hamur işi tuzlular vardı. İçindeki bol sütlü olduğu belli taze peynire ve yeşilliğe bayılmıştı.

Haneul sürekli sorular soruyordu sofradakileri göstererek. Birkaç tane Türkçe kelime de öğrenmişti şimdiden. Bu arada herkes birbiri hakkında sorular sorduğu için arkadaşça bir ortam kurulmuştu ilk günden.

Özellikle de Haneul’un çenesi düşmüştü sofrada, bütün muhabbetleri o açıyordu. Israrla Demir’e çok benzeyen Koreli bir aktörün olduğunu söyleyip duruyordu, Danimarka’dayken öyle çok takip edemiyordu Kore’yi ama Demir’e benzeyen birileri olduğuna adı gibi emindi. Demir, benim bir eşim benzerim yok nidaları atıyordu yine de :D Kahvaltının sonuna doğru Haneul artık Ceren’in adını da düzgün telaffuz etmeyi başarmıştı.

Pansiyona adım attığından beri kendini korunuyormuş gibi hissetmeye başlamıştı Haneul, uzun zamandır hiç bu kadar huzurlu olmamıştı. Acısı dinmişti, ama neden acı çektiği bile hatırlamıyordu, yakın geçmişini zar zor hayal edebiliyordu. Bir şeyleri hatırlamaya çalıştıkça içine sıkıntı basıyordu. O da düşünmeyi bırakmıştı. Şimdi Ceren ile karşılıklı oturmuş Andersen ve Demir yokmuşçasına gülücükler atıyordu :D Yemek faslı bitince, zar zor masadan kalkmaya ikna etti kendini yoksa akşama kadar otururdu, tam kalkarken bahçenin kapısında bir adam belirdi.

Demir, “Vayyy Göksel Abim Hoşgeldin :D Bu ne yakışıklılık her sene daha bir gençleşiyorsun sanki ”

Göksel, “Bırak yağ çekmeyi taze damat, sizin yanınızda iyicene moruk kalıyoruz artık, bilmiyoruz sanki :D  Asıl sen hoş geldin. ”

Demir, “Sen hepimize taş çıkarırsın, hiç merak etme.”

Ceren, “Hoşgeldin Göksel Abi, aç mısın? Bizim sofradan kalkacağımız yok, hemen sana da bir servis hazırlıyorum.”

Göksel, “ Güzel demli bir çay getirsen yeter Ceren, azıcık laflayalım da yüzünüzü göreyim diye geldim.”

Sofrada oturan diğer iki kişiyi görmesi uzun sürmedi. Demir’e dönüp bu defa da; “Misafirleriniz de mi var? Demir kuzenin mi geldi, hayırdır! Maşallah gelin hanım olmadan fır dönüyorsun etrafta  :)”

Demir, “Yapma Göksel Abi, onlar turist! Kuzenim filan değil :D Ama çok sıcak kanlılar, hemen tanıştırayım sizi :D”

İkinci bir sohbet faslı başlar, bu defa da Haneul Göksel’i İtalyan bir yönetmene benzetir, adı dilinin ucundadır ama bir türlü hatırlayamaz :D Göksel ile en çok Andersen anlaşır, Ceren hemen bir daktilo muhabbeti açar sonra da gerisi gelir zaten. Saatlerce yapılan sohbetten sonra, Göksel aralarından ayrılırken, Andersen odasına çıkmak için izin ister, gün bitmeden kısa bir yüzme turu yapmaya kararlıdır, yukarıya üstünü değiştirmeye gider. Geri kalan herkes salondayken, girişe bakan kapıda bir bayan belirir. Dalga dalga koyu saçları ve yüzünde kocaman gülümsemesiyle Demir’in onu fark etmesi çabuk olur :D “Ivyyyyy”

Ivy, “Ben geldiiiim  :D”

-Sahne VI-

My Girl OST: Happy Happy

Ivy daha bavullarını toplayıp hava alanına giderken, "Seni yendim Amerika" nidaları atmaya başlamıştı. Onca yorucu geçen yıllardan sonra hayatında hep askıda ya da yarım kalmış şeylerin birdenbire çorap söküğü gibi çözülüvermesi onu mutluluğa boğmuştu. Doktorası bitmiş, hayatının aşkını bulmuş şimdi de yeni, bir o kadar da heyecan verici bir hayat önüne serilmişti. İzmir gibi güzel bir şehirde yaşayacaktı bundan sonra, Üniversitedeki yeri de hazırdı, artık resmen bir öğretim görevlisiydi. Bu yeni döneme başlamadan önce keyifli bir tatil geçirmek istiyordu. Demir’in ailesi aslen Eskişehirli Tatarlar'dandı ama İzmir’in sakin bir sahil kasabasında yaşıyorlardı. Kafasını dinlemek için kusursuz bir yerdi, en azından Demir öyle söylemişti, yoksa şu zamana kadar bir türlü gitme fırsatı bulamamıştı. Ankara’da yapılan düğünden sonra evlerini kurmak ve üniversitedeki işlerini halletmek için İzmir’de çok sık kalmışlardı. Ama hala tadını çıkaramamıştı İzmir’in,  özellikle de bu Foça tatili gözünde tütüyordu.

Her şeyin bu kadar hızlı gelişmesi onu ilk başta ürkütse de, tüm bu hareketlilik ona da enerji vermişti.  Tamamlanmasını beklediği işlerin bir anda hallolmasıyla önce bir çığlık atmış, sonrasında da işaret parmağını havaya kaldırıp “Benim bir fikrim geldi! (burda gözlerinde muzipçe bir ışıltı görüyoruz) :D Neden Demir’e bir sürpriz yapmıyorum ki :D Beni bir haftadan önce beklemiyor,  sürpriz yapıp pansiyonu bassam kesin beni görünce bayılır hahah  :D” deyivermişti :D

Bütün eşyalarını çoktan evine yerleştirdiği için küçük bir çantayla Foça adım attığında içi içine sığmıyordu İvy’nin, önce Demir’in ailesini aramayı düşündü ama yılın bu zamanlarında Eskişehir’de oldukları aklına geldi, o zaman direkt pansiyona baskın yapmalıydı.

Açlıktan ölüyordu, çoktan öğlen olmuştu, sora sora buldu pansiyonu. İşte şimdi sürpriz zamanıydı :D

Birkaç adımlık merdivenlerden çıkıp, pansiyona girdiğinde etrafta kimseyi göremedi ama sağ taraftaki salondan içeri girdiğinde nefesi kesildi, ne kadar güzel bir salondu bu, karşı duvarda bir piyano sağında solunda ise ufak tefek puf koltuklar gördü. Ceren’in olmalıydı piyano, Demir bahsetmişti önceden. Sağ tarafında da salonun sahile bakan pencerelerinden içeri sıcak bir ışık giriyordu. Özellikle eskitilmiş antika görünümlü mobilyalara zıt şekilde aksesuarlar ve duvardaki tablolar rengarenkti, parlak ışıkta bu daha bir belirgindi.  Salonun diğer tarafında arka bahçeye açılan bir başka kapı ve büyük pencereler görülüyordu. Pencerelerin önünde salondan L şeklinde bir tezgahla ayrılmış sevimli bir mutfak görülüyordu.

O anda dışarıdan gelen sesleri fark etti, arka bahçede insanlar vardı. Hepsi birden ayağa kalkmıştı. Hemen giriş kısmına geri dönüp, Demir’in salona girmesini beklemeye başladı. Demir onu görünce kesin bayılacaktır mutluluktan  :D

Evet işte herkes salona girmişti, Demir giriş kısmında birisi olduğunu fark edip kafasını çevirir…

“Ivyyyy!!!! :D “

 Ivy, “Ben geldiiiim  :D”

Ama o da ne! Merdivenlerin olduğu yerden bir ses duyup kafasını oraya çevirir Ivy, merdivenlerden süzülerek gelen Andersen’dir, 1900’lerin başından gelmiş gibi duran tek parça mayosuyla* hapishane kaçkınlarına benzemekle birlikte, Ivy küçük dilini de yutmuştur. Yaptığı plana göre Demir sevinçten bayılacaktı onu gördüğünde ama şimdi bayılma sırası ondadır.

Ivy “Hööö… o ne! kim bu!, Demiiiğr”

Ivy son sözlerini söyleyip nalları dikerken, Demri onu bir hışımla yakalayıp kucağına almıştır bile ama ne olduğunu anlayamamıştır daha. Demir ve Ivy'nin etrafına toplanmıştır herkes, kimse neden bayıldığını anlayamamıştır.

Ceren "Tansiyonu mu düştü acaba?"

Haneul "Hava çok sıcak belki güneş çarpmıştır."

Demir ise gayet dramatik bir şekilde.. "Ivyyyy, dönüşün böyle mi olacaktııığğ"

Ceren "Sakin ol Demir, Türkan Şoray moduna bağlama hemen... Yol uzundu, tansiyonu düşmüştür belki!"

Demir "Öyle hassas bir bünyesi yoktur ama neden bayıldı ki????"

Andersen "Ben de anlamadım neden bayıldı!" :D

Andersen bunları söylerken millet onu daha yeni farketmiştir, bütün gözler ona çevrilir, aynı anda herkes sus pus kesilir. Haneul hariç! Bir hışımla Andersen'ı omzuna yükleyip merdivenlerden yukarı koşmaya başlamıştır bile :D

Ceren "O(h)aaa resmen adam kaldırdı!!!"

Yukarı kata çıktıklarında, Haneul soluk soluğadır, boğazındaki damarlar şişmiş, gözler beyaz ırka kaçacak kadar büyümüştür. Andersen yere bıraktığı anda yaygarayı koparır.

"Ben bu mayoyu yakmıştım, sen onu nasıl ? Nasıllll,  Nasıl!!!!"

3.Bölümün Sonu

NOTLAR

*Skrivekugle: Danca daktiloya verilen ilk isim, Yazar Top anlamına gelmektedir. Bkz: Kaynak

*Nisan ayı itibariyle son daktilo fabrikası da kapanmıştır. Bkz: Kaynak
* “Sana bir sır vereyim dostum! Kıyafetler birbirine ne kadar uymazsa, o kadar cesaretle giyinirsin” SKKS’ın 18. Bölümünden çok sevdiğim bir repliktir :)

*Andersen'in iç akıtan mayosu Bkz: Kaynak

Auto Draft

5 Ağustos 2011 Cuma

Küçük Siren 2. Bölüm

-Sahne I-


Ketil Bjornstad - Departure


Ceren sabah erkenden kalkmış ama pencereden dışarı dalıp gitmişti. Sonunda beklediği gün gelmişti, annesinden yadigar bu taş evde annesiyle hayal ettiği geleceğe kaldığı yerden devam edecekti.  Kalbindeki yaralar ne kadar derin olursa olsun, bu güvenli sığınakta hayatını tekrar kuracaktı.


Foça’ya adım attıkları günü hatırladı birden, annesi ve babasının boşanması kesinleşmişti. Mahkeme kararından çok önce zaten unutmuştu yüzünü babasının.  Ama annesi unutmamış olmalıydı, hiç bu kadar solgun görmemişti onu. Bazen dalıp dalıp gidiyordu, yüzünü hiç olmadık zamanda buruşturup bir şeyler mırıldanmasından bu boşanma işinin çok kötü bir şey olduğunu düşünmüştü ilk, sonra okulda öğrendiği şeyleri düşünüp gülümsemişti.


“BOŞANMAK”,  “Boş – an – mak” boşanmak kötü bir şey olamazdı. Bu buluşunu annesine de söylemeye karar verdi.


“Anne, boşanmak kötü bir şey değil!”


Annesi başını çevirip elinden sıkı sıkıya tutmuş küçük kızına bakarken şaşkınlık içinde kalmıştı bir an.  “Boşanmak.. hıı.. tabiî ki kötü bir şey değil!” diyebilmişti sadece.


Ceren’de sevinçle bu dâhiyane buluşunu daha da açıklamaya karar verdi. “Boşanmak kötü bir şey değil, adı üstünde Boooş… annn… mak! artık babamı andığında artık aklına kötü şeyler gelmeyecek, çünkü boş-andın artık anne…”


Annesi birden kahkahalarla yere çömelip gülmeye başlamıştı ondan sonra, demek ki doğru bulmuştu kelimenin kökünü :) Onu kucaklayıp havaya kaldırdığında ise gözleri ışıl ışıldı bu defa :) “Akıllı kızım benim, iyi dedin artık boooş-andım, kötü anılar yok artık, boş verdim hepsini… Yeni doğmuş gibiyim hatta! Seninle güzel bir başlangıç yapacağız burada, ah benim güzel kızım” Bu sözlerle Ceren’i kendine çekip sıkı sıkıya sarılmıştı tekrar.


-Sahne II-


Pinhani - Dön Bak Dünyaya


 “Ben de boş verdim anne, bugün yeni bir başlangıç yapacağım. Yukarılarda bir yerden beni izliyorsun biliyorum, sana kızının ne kadar güçlü olduğunu göstereceğim. Her şeyden önemlisi yeniden mutlu biri olacağım” geçmiş günlerin hatıraları arasında ağzından dökülen bu sözlerle, Ceren daha bir hırsla pansiyonu açmaya koyulur.


Kayıt defterini tekrar kontrol eder, pansiyonda Ceren’in kaldığı oda hariç 5 oda daha vardır. İlk müşterileri ise Danimarka’dan gelen erkek bir çifttir. Yani herhalde çiftler diye düşünür Ceren…


“O kadar boş oda var dedim, yine de çift kişilik tek bir oda istedi adam, demek ki çiftler!?”… “hımm acaba ben mi yanlış anladım, çift kişilik yatak değil de 2 kişilik bir oda istemiş olabilir mi? Ah Ceren aklın nerdeydi, her dediğine sevinçle evet dedin, şimdi yanlış bir şey olursa rezil oldun demektir! Neyse ben her ihtimale karşı çift kişilik hazırlayayım, eğer çift değillerse de yataklar birbirinden ayrılıyor zaten. Evet evet böylesi daha iyi !” böyle düşünüp odaya tekrar bir çeki düzen verir Ceren.  Artık her şey hazırdır, bu seferde cep telefonunu kontrol eder, “Demir gelmek üzeredir şimdi,  müşteriler gelmeden çocuğa güzel bir kahvaltı hazırlayayım ufaktan”.


Pansiyonda sabahları kahvaltı, akşamları ise büyük salonda Ege mutfağından pratik mezelerle içki servisi sunmayı kararlaştırmıştı şimdilik. Annesi olsa 5 yıldızlı otellere taş çıkartan yemekler hazırlardı kesin ama Ceren şimdilik altından kalkamayacağı şeyleri pansiyonda uygulamamakta kararlıdır. İkizler gelsin asıl o zaman mutfağı tekrar eski günlerine döner diye düşünüyordu. O bunları düşünürken telefonu çalmaya başlar birden.


“Ah Demir arıyor!” “Alo Demir? Geldin mi? Kahvaltı mı? Yok ben de yapmadım ama kahvaltı hazır oyalanma direkt buraya gel! Yok bir şeye ihtiyacım, gel direkt!”


Çok geçmeden iki çocukluk arkadaşı, penceresi arkadaki ufak bahçeye bakan mutfakta oturmuş kahvaltıya başlamışlardır.


Ceren “Ay çok özlemişim seni, iyi ki geldin valla”.


“Tabi tabi çook özlemişsin cidden, ben aramasam senin hiç arayacağın yoktu, nikah şahidim olmandan bile vazgeçecektim bir ara ya neyse! Ama yook suç sende değil, o Egemen hergelesi bir nefes aldırmıyordu ki sana, varlığı ayrı bir dert yokluğu ayrı! Neyse kurtuldun iyisiyle kötüsüyle…” Bunu söylediğinde Ceren’in alnı birden kırışıp, köpek dişleri uzamıştır sanki.


Demir “Eheğği hiç suratını buruşturma, pis vampir! Sana dedim o kadar, sen dinleme beni daha ah ah, neyse bundan sonra bendeniz abinden geçer not almayan kimseyi aileye katmıyoruz oldu mu!”


Demir’in bu dediklerinden sonra Ceren unutmak istediği o konuyu tekrar açtığı için Demir’e kızmak istedi ama yapamadı. Demir de zaten hiçbir konuyu geçiştirmezdi, yerli yersiz söyleyip böyle ortaya dökerdi… Demir derdini içine atan kişilerden değildi, Ceren’i de zorla kabuğundan çıkarmak niyetindeydi, içine atacağına Demir’e kızsın daha iyiydi ona göre.


“Oldu başka bir isteğin, Egemen’den sonra and içtim, kimseye göre hayatımı düzenlemeyeceğim, kendi kararlarımı kendim vereceğim, işine ne kadarı gelirse artık!”.  Ceren’in bu kararlı çıkışmasını görünce gözleri parlar Demir’in, beklediğinden daha iyi bulur Ceren’i…


“Dövseydin bari, şimdi senden bir bardak daha çay isteyeceğim ama onu da başımdan aşağı dökersin bu sinirle, gidip kendim alayım bari, benim misafirliğimde buraya kadarmış” bunu der demez, oturduğu yerden ağır çekimde kalkıyormuş gibi yapar, bir yandan da acıklı bir yüz takınmayı ihmal etmez …


“Ver bardağını ver, istediğin çay olsun, zaten öğlene kadar yedin yedin! Danimarka'dan gelen ilk müşterimizle ikimizin de misafirliği bitiyor” der Ceren ve müjdeli haberi vermenin mutluluğuyla Demir’e muzipçe göz kırpar.


“Odalar tutuldu mu? voaa ne çabuk”


“Odalar dediysem yalnız, bir tanesi! Ama böylesi daha iyi oldu, hem bizim de ilk deneklerimiz olurlar böylece ahhaha”. Ceren bunu der demez, gene gelenlerin bir çift olup olmadıklarını düşünüp, muzipçe güler.  Ceren böyle tatlı tatlı sırıtırken, Demir burnunun dibine kadar gelmiştir.


“O surat ifadesi ne öyle? Bizim cadı gene neler düşünüyor, yoksa ilk müşterilerimiz İç akıtan grup* filan mı? Hahah. Ohooo, sen görüşmeyeli baya değişmişin, bizim düğün kokteylinde İvy sana o kadar yakışıklı arkadaşlarını göstermişti de sen oralı bile olmamıştın… Gücensem mi sevinsem mi bilemedim şimdi”


“Yok Demir öyle bir şey değil valla, tamam gelenler erkek ama galiba çiftler hihi, ay nasıl birileri acaba? kesin çok eğlenceli insanlardır :) Ama işte tam da emin değilim belki çiftler belki değiller! Sabahtan beri odalarını nasıl hazırlasam diye şaşırdım kaldım, en son yatakları birleştirip öyle düzenledim.”


Ceren’in bu yorumlarını görüp, yüzüne takındığı şapşal ifadeyi görmesiyle Demir’in kahkahayı koparması bir olur.


“Sen bu kafayla nasıl burayı işleteceksin bilmiyorum ki, gene hayal alemine daldın.  Sanki adamlar buraya seni eğlendirmeye geliyor sırf. ( :) ) Sakın ola sakız gibi yapışıp peşlerinde dolanma bak! 2 günde sapık diye karakola düşer rezil olursan hee! Ah ah neyse ki ben varım yanında, arkanı yine ben toplayacağım anlaşıldı.”


“Hıh sana kalsa zaten ben hiçbir şeyi tek başına yapamam. Ama bak göreceksin, gül gibi bakacağım buraya. Misafirlerimiz arttıkça, burası da eski günlerine geri dönecek.” Ceren bunu içten gelerek söylemişti, sanki biri ışıktan bir yumak yerleştirmiş yüreğine, çok umutluydu gelecek günlerden.


Kahvaltılarını bitirene kadar bir süre daha pansiyonla ilgili planlarından bahsedip gülüşürler. Daha öğlen sıcağı bastırmamışken, son bir kez de Demir odaları ve alt katı kontrol eder. Son olarak pansiyonun girişini açıp, gelecek olan müşterileri beklemeye koyulurlar.


-Sahne III-


Heartsrings OST – You’ve fallen for me (eng sub)


Ceren kayıt masasına geçmiş, defteri ve anahtarları kontrol ederken. Haneul kapıdan içeri süzülür. Yüzünde mutlu bir ifadeyle Ceren’e selam verip İngilizce kendini tanıtır…


“Merhaba Sirin! hmm Si-rien, Siiie-r..? diye bocalar Haneul gelir gelmez. Ceren’e kalsa bu kocaman ama şirin adamın ağzından çıkan her şeyi ismi olarak kabul etmeye razıdır. Ama kibarca adının telafuzunu söyleyip tekrar selam verir.


Haneul, bu defa daha bir tok sesle kendini tanıtır.


“Merhaba :) Ben Kim Ji Haneul. Arkadaşım Hans Andersen ile geçen gün kayıt yaptırmıştık.”


O sırada Demir’de Haneul’u fark edip selam vermeyi ihmal etmez.


Ceren ise, boş bulduğu vakit Haneul’u baştan aşağı süzmeden edemez.  “Ah neden bütün hoş erkekler gay olmak zorunda” diye iç geçirir ama gülümsemeyi de ihmal etmez, hatta düşüncelerini bastırmak için biraz fazla gülümsemiş bile olabilir.


Ceren “Merhaba,Biz de sizi bekliyorduk. Bay Andersen’in istediği gibi odanız hazır, kendisi nerede, yalnız gelmiş gibisiniz.” der bir umut.


“Çantası biraz ağır, yolun gerisin de kaldı ama ben kayıtları onun yerine imzalayabilirim. Bir an önce yerleşmek istiyorum.” Omzundaki fotoğraf makinesini işaret edip “Sabah aydınlığını kaçırdık bugünlük ama öğle vakti geçmeden biraz kasabaya göz atmak istiyorum.”


Anam bu ne enerji, iki dakika bir dinlen demek geldi Ceren’in içinden ama kendini toparlayıp, salon ve mutfağın olduğu giriş katı, arkadaki ufak şirin bahçeyi gösterdikten sonra üst kattaki odasına kadar eşlik etti Haneul’e.


-Sahne IV-


Kargo - Sen Bir Meleksin


Haneul, Ceren’in eşliğinde pansiyonu gezerken,  İstanbul fotoğraflarından ve dedesinin savaş anılarından tanıdığı Türkiye’ye değil de sanki masalımsı başka bir yere gelmiş gibi hisseder. Havaalanından buraya kadar süren kısa yolculuktan itibaren başlayan bu his merdivenleri çıkarken daha da artar.


Uçuş faslı bittikten sonra bindikleri servisle, ilkin kentin o uzun kıyılarından geçmişlerdi, çantasından çıkardığı not defterine fotoğrafını çekmek istediği ilk mekanın adını bile yazmıştı, Kordonboyu… Kasabaya yaklaştıkça önce sarı yeşil tarlalar arasında bir yolculuk başlamıştı, sık çam ağaçlarının bulunduğu ormanın içine girdiklerinde ise birden etraf tekrar açılmış önlerinde bir sürü tepe belirmişti.


Tepelerin arasında dalgalanan yalnızca yolun kendisi değildi, mavisi gökyüzüne karışan deniz ve denizi gökyüzünde belli belirsiz gezinen bulutlara kaptırmak istemediği her halinden belli Foça’nın görüntüsüydü aynı zamanda. Foça, eteklerine serilmiş denizi tutmak için var gücüyle kıyılarını eteğini toplar gibi büzmüş duruyordu sanki. İrili ufaklı ufukta dağılmış adalarda sanki bu iş için görevlendirilmişler, denizi Foça’ya sürüklüyorlardı… Haneul’un gözünden Foça ilk bakışta böyleydi, bu kasabanın her köşesini gezip fotoğraf çekmek için şiddetli bir istek duymaya başlamıştı çoktan.  Üzerine eski yel değirmenleri serilmiş son tepeye vardıklarında artık kasabanın içine girmişlerdi, kasabanın tam merkezindeki garda indiklerinde içi içine sığmıyordu artık.


Andersen’in elinden kaptığı krokiye bakıp pansiyonu bulması da çok zor olmamıştı zaten. Gardan denizi gördükleri ilk sokağa girdiklerinde kasaba basit bir şekilde iki yöne ayrılıyordu, aradıkları pansiyonda sağ taraftan uzanan sahil yolu üzerinde bulunuyordu. Kaybolmak işten bile değildi.


Ama üzerinde Kaktüs Çiçeği yazan taş evi gördüğünde içi birden bire burkulmuştu, nedenini bilmiyordu ama içi sızlamıştı pansiyonu gördüğünde. Türkiye’de çektiği ilk poza o anda karar verip, taştan örülmüş bile olsa yardıma muhtaç gibi duran evi kadrajının içine aldı hemen.


Pozu çeker çekmez hafızasında bir an şekillendi, sanki böyle bir evi rüyasında da görmüştü! Yine aynı yerde durmuş bu evi izliyordu,  gece vakti yıldızların altında taş duvarları ay gibi parlak duruyordu. Pencereleri kapalıydı, içinde acaba kim yaşıyor diye şiddetli bir arzuyla dolmuştu.


O an bir yıldız kaymış ve düşüncelerini duymuş gibi bütün pencereler şiddetle açılmış, üst kattaki bir pencereden uzun dalgalı saçlı bir kadının silüetini görmüştü. Yüzü belli belirsizdi, ama işte rüya ya bu! Nasıl ki rüyanızda gezetedeki sizin için önemli bir manşeti okumak için, gözünüz sayfalarda gezinir yine de harfleri seçemezsiniz. Haneul'de kadının yüzünü seçemiyordu bir türlü. Biraz daha yaklaş, yaklaş ki yüzünü göreyim diye içi içini yiyordu. Sanki  o da onu duymuş gibi pencereye yaklaşmıştı ama tam da o an rüyasından birden uyanmıştı! Rüya yine de öyle gerçekçiydi ki, uyandığında kendini evine bile yabancı hissetmişti.


Şimdi rüyasındaki o eve bakarken, arkasında kalan denizden hafif bir rüzgar esip Haneul’u şefkatle okşadı.  O esintiyle tüm hüznü silinmiş tekrar neşeyle dolmuştu yine.


***


Andersen’i beklesem mi dedi ama mıknatıs gibi çekilivermişti eve. Böylelikle koşar adım merdivenleri çıkıp pansiyondan içeri girdi.


Heartsrings OST – You’ve fallen for me (eng sub)


Hızla içeri girip Ceren'i masa başında gördüğünde, ne söyleyeceğini bilemedi bir an, neydi ki adı? Pansiyona kendi adını vermiş olamazdı, Türkçe bilmiyordu ama Kaktus'un Cactus'den geldiğini tahmin etmişti ve böyle narin bir yaratığa isim olarak verilemeyeceği kesindi ( :D ). Krokinin köşesinde Ceren ismininin yazdığını hatırladı. Cactus nasıl Kaktus diye Türkçe'de geçiyorsa belki de Sirenleriyle ünlü bu kasabada insanlar kızlarına Siren'in Türkçesi olan Ceren ismini koyuyorlardır, kim bilir? O an yüzüne ister istemez kocaman bir gülümseme yerleşmişti. Siren ismi kesinlikle daha çok yakışmıştı. Madem buralara kadar gelmişti, dedesinin vasiyet gibi söyleyip durduğu Türk gelin misyonunu yerine getirmek için bundan daha iyi bir fırsat da bulamazdı herhalde. Bu muzip düşünceler içinde, kendinden emin masaya kadar gelmişti, ama Ceren kafasını kaldırıp gülümesiyle tüm cesareti gitmişti.


Doğru düzgün ismini söyleyememişti bile ona, inşallah yanlışlıkla küfretmemiştir diye içinden dua bile etmişti bir an.  Ama genç kadının tüm nezaketiyle ona gülümsemesi, ortamı o kadarda batırmadığını düşündürüp onu rahatlaştırmıştı. İçinden bin tane poz çekmek geliyordu Ceren'in, hatta ağzından yanlışlıkla bu düşünceler dökülecekken, lafı çevirip kasabanın diğer güzelliklerini nasıl da görmek istediği gibi bir şeyler zırvalamıştı. Daha fazla saçmalamak için evi incelemeye koyulmuştu ve tekrar yolculuk ederken kapıldığı o huzurlu atmosfere geri dönmüştü. Şimdi Ceren'le üst kata çıkan merdivenlerde yukarı çıkıyordu.


-Sahne V-


(My Fair Lady OST) [Tango] Lady, Please


Ceren "Pansiyon aslında anneme aitti, uzun yıllar teyzemlerle beraber burayı ev gibi kullandık. Biz üniversiteye başladığımızda onlarda boşalan odaları değerlendirmek için pansiyona çevirmeye karar verdiler. Onların işlettiği pansiyonu şimdi ben ve kuzenlerim işletmeye başladık. O yüzden açıkçası biraz acemilik çekiyorum, eğer hoşunuza gitmeyen bir şey olursa mutlaka haberim olsun. Size güzel bir tatil geçirmek için elimizden geleni yaparız."


"İlk müşteriniz ben oluyorum o zaman, ne mutlu bana :) Kuzeniniz aşağıdaki bey miydi?" derken Haneul içinden çok başka şeyler söylüyordu "Yaşasın erkek arkadaşı değil, ama nasıl kuzeni oluyordu ki, bildiğim koreliydi çocuk! Olsa olsa bana kuzen olur ya O! hımm ilginç"


"Aa Demir'i mi diyorsunuz, Demir benim aile dostumdur, kuzenlerim gelene kadar eşiyle bana yardımcı olacaklar bir süre.  O da benim kuzenim gibidir ama ... ee şey telefondaki beyefendi odanızın denize bakan bir yerde olmasını söylemişti. Benim kaldığım yeri saymazsak iki odamız daha denize bakıyor.  Ama Bay Andersen'ın seçtiği oda hemen şurası, en sağdaki oda sizin!".


Ceren "Sizin!" odanız derken neden böyle muzipçe gülmüştü.


"Sizin" "Sizin" "Sizin" "Sizin" "Siiiaaaziian" bu ses kulaklarında gittikçe daha bet bir tonla yankılanırken, Haneul'un jetonu da sonuda düşer. Donk! Donk! Donk!


 "Tanrım bu bir kabus olmalı yoksaa... "sizin" derken Hans ile beni, beni, "biziii", ahhhhhh ulen Hans! Bittin sen"


-Sahne VI-


My Fair Lady OST - Hot Stuff - Instrumental


Birden Haneul'un aklına Andersen'in yol boyunca kırdığı potlar gelmişti, bunu burda da yapmış olamazdı değil mi? Ama Hans bu! yapardı!


-Kopenhag'daki evden çıkıp taksiye binerken bu ikisini hayal ediniz :D-


Andersen "Kapıları kitledin mi?" , Haneul "Evet"


Andersen "Doğalgaz ve su vanalarını kapadın mı?", Haneul "Hıııı evet"


Andersen "O küçük çanta sana yetmez diye, bir kaç içlik benimkilerden arttırıp koydum bavuluma!"


Bunu söylerken Haneul'a bir de göz kırpmıştı ve ne yazık ki bunu taksi şöförü de görüp gülümsemişti. Haneul her ne kadar "Biz arkadaşız" demişse de iş işten çoktan geçmişti.


-Şimdi de uçaktalar :D -


Haneul'un omzunda horul horul uyuyan Andersen, arada yastığını mıncıklar gibi Haneul'un tavuk göğsü gibi yumuşak böğrünü ( :) ) sıvayıp durur. Aynı anda bütün hosteslerin yüzü düşüp aralarında fısır fısır oflayıp puflamaya başladıklarına tanık oluruz.


Karıncalanma hissiyle uyanan Haneul ise, üstüne abanan Andersen'i bir hışımla kenara atsa da olan olmuştur artık. Ekstra içki servisleri de bir anda kesilir tabi, halbuki o andan itibaren Haneul'da esaslı bir içki krizi başlamıştır. "Tanrım bana sayıyla mı verdin bunu, aahh benim dertli başıım".


-Sahne VII-


"Sayrın, Siyrın ayşş... Ben! kesinlikle çift kişilik bir oda istemedim! Bir yanlışlık olmalı! Lütfen bize iki oda verin n'olursun!" Haneul küçük bir çocuk gibi yerinde hoplamaya başlamıştı bile bunları söylerken...


Ceren "Ah afedersiniz, benim hatam olmalı, tabiki( canıma minnet) size başka bir oda veririm. yalnız tek kişilik odalar karşı koridor,  Bay Andersen belki bana çift kişilik yatak istediğini söylemiştir de ben yanlış anlamışımdır. Size karşı koridorda bir oda verelim, Bay Andersen ise bu odada kalmaya devam etsin. Olur mu?"


Haneul bir karşı koridora bakar bir de neredeyse Ceren'in kaldığı odaya bitişik olan yere bakar.  O andan itibaren kesinlikle kararlıdır, Hans'ı da o eski püskü bavulunu da parça pinçik yapıp yeryüzünden silecektir! Evet evet, kesin yapacaktır bunu! :)


"Ceren hanım, lütfen yanlış anlamayın, ben-im.. pardon.. arkadaş-ım Hans'ın kelimelerle arası pek iyi değildir(!) Kesin o yanlış açıklamıştır. Lütfen ikimize de çift kişilik olsun, malum benim omuzlar geniş anca sığarım :D " Bunu söylediği anda pişman olmuştu, ama Ceren'in yüzüne baktığında kendisini katıla katıla gülmemek için zor tuttuğu her halinde belliydi ne yazık ki. "Len oğlum zaten Hans sı*mıştı sen de bir güzel sıvadın aferin sana" diye içinden geçirdi. Özlemini çektiği Türkiye seyahati kesinlikle böyle başlamalıydı ama olan olmuştu bir kere!


Aynı anda aşağıdan Hans'ın sesini duydu, belki de önce kokusunu duymuştu ama kesinlikle emindi, gelen kişi Hans'dı!


"Ee Sirın, galiba Hans geldi, bana şu ortadaki odayı verin lütfen!" Gösterdiği oda Hans ile Ceren'in ortasındaki boş odadır. Hans'ın akşamları ne gürültücü olduğunu biliyordur, bitişiğindeki oda da kalmak bile işkencedir ama Ceren'i kaptırmaya da niyeti yoktur.


"Tamam nasıl isterseniz, aşağı inip odanın anahtarlarını getireyim"


Haneul "Ben de sizinle geleyim" :)


-Sahne VIII-


Coffee House OST - 커피하우스 (Guitar Ver.) (Inst.)


Aşağı indiklerinde Demir ile Andersen'i bavulu kibarca(!) kendi aralarında çekiştirirlerken bulurlar.  Haneul'un da gözü döner bir an, demek ki siniri hala geçmemiştir. Bir hışımla bavulu alıp kapıdan dışarı atar. Ya bavulu ya Andersen'i parçalayacaktı, arada kaynayan bavul olmuştu. Bavulu fırlatırken içinden de "Elveda içlikler, elveda gürültücü külüstür!" diyordu.


"Zaten içinde önemli bir şey yoktu Demiığr! Lütfen arkadaşımın verdiği rahatsızlığı affedin!"


Andersen "N'aptın Brooo?", Haneul "Bana Bro deme!"


Andersen "Bir tanem mi diim o zaman!",


Haneul "Saçmalama yaa (ah yine aynı muhabbet, leen sen beni delirtmek için mi bu dünyaya geldin!!) neden bahsediyorsun sen Ahbap! (Bunu tok bir ses tonuyla söylemişti) zaten çok pis kokuyordu, madem pansiyon sahipleri rahatsız oluyor o zaman atalım gitsin, sana yenisini alırım"


Andersen, çocuk gibi omuz silkip, hiç dışarı fırlatılmamış gibi kapı eşiğinde duran bavulu alıp tekrar içeri sokar. Herkes dumur olmuştur, hani dışarı atılmıştı bavul, demek ki Haneul becerememişti atmasını!!


Haneul "Ulen bavulun da senin gibi, kurtuluş yok mu ikinizden" der sessizce.


Andersen oralı bile olmaz, Demir'e dudak büküp, Ceren'e gülümser.


"Merhaba Ceren, telefonda benimle görüşmüştünüz."


Ceren "Evet öyleymiş öhöm.. Yani evet görüştük, şimdi bizde odanızı nasıl istediğinizi konuşuyorduk, sanırım bir yanlışlık yapmışım. Ama Bay Kim ile konuşup halletik, size odanızı göstereyim hemen." Andersen ile merdivenlere doğru giderken, arkasını dönüp muzipçe Demir'e seslenir.


"Demir 2 numaralı odanın anahtarını alıp Bay Kim'e odasını gösterir misin, ben de Bay Andersen'e odasını göstereyim ;) "


Demir'in az önceki asık suratı, normale döner. Pis pis sırıtmaya başlamıştır. Belli ki çift değiller, Ceren'in iş güzarlığıydı işte. Anahtarı alıp Haneul ile onların peşinden yukarı çıkar.


Haneul ile merdivenden çıkarken Demir "Ceren Hanım ufak bir yanlışlık yapmış, kusura bakmayın."


Bunu derken kendini tutamayıp kısa bir kahkaha kopartır ama hemen toparlar kendini.


Haneul, yüzünü ekşitip bakakalır Demir'e, başka zaman olsa evire çevire pataklardı çocuğu. Ne la bu, kavga da bile söylenmez böyle şeyler.  Gözümün içine baka baka gülüyordu bir de hergele! Neyse canım, Andersen yüzünden oluyordu sonuçta bunlar, asıl sorumlusu oydu. Onunda zamanı gelecekti elbet.


Haneul zoraki gülümseyerek "Hans yani Bay Andersen'ın yabancı dille pek arası yoktur, benim de işlerim yoğundu kendim ilgilenemedim ne yazık ki!" der, önlerinde bulunan Andersen'e dövecekmiş gibi bakmadan da edemez.


Yukarı çıktıklarında Andersen, Haneul ile odalarının ayrı olduğunu farkeder, demek ne yapmış etmiş Haneul odaları ayırmıştı. Aslında olurda kasabadan başka kadınlarla takılır diye Haneul'u boş da bırakmamaya çalışmıştı ama içinden bir his bu konuda artık endişelenmemesini söylüyordu.


Ceren ve Demir her iki kapıda durup Andersen ve Haneul'u izliyorlardı.


Haneul rüyasında gördüğü evin, ne kadar huzur dolu bir yer olduğunu görüp çok şaşırmıştı, rüyalar tersine çıkarmış demek ki!


Andersen ise bavulunu pencere önündeki masaya çıkarıp içini açmıştı. Demir merakla onu izliyordu. O pis ve ağır olduğu her halinde belli bavuldan ne çıkacaktı acaba?


2.Bölümün Sonu


NOTLAR


*İç akıtan grup: SKKS’nin muhteşem dörtlüsünü burada anmadan geçmek olmazdı. Bkz :)

22 Temmuz 2011 Cuma

Küçük Siren - 1. Bölüm

Andersen’in Küçük Siren masalını duymuş muydunuz? Sevdiği için ailesini geride bırakan ama beklediği karşılığı göremediği halde, kendini yine onun için feda eden küçük deniz kızının masalından bahsediyorum. Mutlu son ile bitmez bu defa diğer masallar da olduğu gibi, çünkü masalın sonunda ne insan olabilir ne de tekrar bir sirene dönüşebilir, köpüğe dönüşüp gök kızlarının arasına karışan sirene ne olduğunu bir daha da sorgulamaz insanlar çünkü masal oracıkta bitmiştir.


Oysa ki köpük olup yok olan siren bu defa eskisinden daha yalnızdır, ne ailesinin yanına gidebilir ne de sevdiğinin yanına, Küçük Siren sonsuz acının içine hapsolur ve unutulur gider. 


Küçük Siren’i okuyan küçük kızlardan bazıları da büyüdüklerinde onunla aynı sona mahkum olmaktan kurtulamazlar, hatta son zamanlarda sokaklarda küçük siren sendromu yaşan genç kadınların sayısı azımsanmayacak şekilde artmıştır.


Dünyadaki yerlerini yani hayat gayelerini kaybetmiş bu kadınların bazıları, bir süre sonra bu acıya daha fazla dayanamayıp kendilerine kıymakta ve vaktinden önce dünyayı terk ettikleri için öte tarafta kaosa sebep olmaktadırlar. Hikayemiz de bundan sonra başlamaktadır…


-Sahne I-


Sonsuzluk içinde bir yer, ruhların doluştuğu bu yerde gözle görülemese bile bir terslik olduğu hissedilmektedir.


Tanrı: Andersen’ı buraya getirin!


Yarattığı bu kaostan dolayı Tanrı Andersen’i yanına çağırmıştır, Andersen olayı bilmekte ve derin bir vicdan azabı çekmektedir.


Andersen,Tanrı’nın huzuruna çıkar.


Tanrı: Ne hissettiğini biliyorum, kalbinde yer eden pişmanlığa son verebilirim! Tüm bu olanları düzeltmek için son bir şansın var!


Andersen, şaşkın bir şekilde: Şans mı? Beni cezalandırmayacak mısınız? Ama ben çok büyük bir yanlış yaptım, benim masallarımla büyüyenlerin umutlarını, daha onlar çok küçük ve savunmasız iken ellerinden aldım. Benim yüzümden yaşamın getireceklerine olan inançları kalmadı ve hayat hep kötü gidecek sandılar, kendi ruhlarını cezalandırdıklarının farkında olmadan canlarına kıydılar, yaşamaktan vazgeçtiler.


Sizi sorgulayacak değilim Tanrı’m ama neden bana tekrar bir şans verdiğinizi anlamadım!?


Tanrı: Seninle bir anlaşmaya yapacağız, buna bir sınav gözüyle bakabilirsin. Kaosa bir son vermek istiyor musun, istemiyor musun?


Andersen:  Taa ta tabiî ki! Ne gerekirse yapmaya hazırım!


Tanrı: O halde anlaşma şu! Sen, Hans Christian Andersen! Dünyaya geri dönecek ve sebep olduğun küçük siren sendromuna yakalanmış bir kadını yaşama geri kazandıracaksın! Eğer bunu başarabilirsen, seni affedeceğim. Dahası buraya acı içinde doluşan diğer sirenlerinde ruhlarını bağışlayacağım. Ve onlara tekrar dünyaya dönüp bu defa mutlu bir yaşam sürmeleri için ikinci bir şans tanıyacağım.


Andersen:  Sormaya korkuyorum ama ya başaramazsam !


Tanrı: Eğer başaramazsan tüm o şöhretin tarih sayfalarından silinecek, yaşarken yaptığın eserler de tabi unutulacak. Kimse Andersen’i hatırlamayacak. Tıpkı gökyüzüne yükselen o köpükler gibi senden geriye de hiçbir iz kalmayacak. Sade bir vatandaş gibi yaşamış sayacağım o hayatını. Ama her halükarda kaostan etkilenen ruhlar huzura erecek!


Andersen, karşı çıkacak gibi olur sonra bir şey diyemez.


Meleğe benzettiği kibar gülüşlü bir kadın, onu tekrar dünyaya geri dönmek üzere hazırlamaya başlar.


Melek: Doğup büyüdüğün evi kullanacaksın tekrar ama evi bizim seçtiğimiz biriyle paylaşacaksın!


Andersen: Peekki!


Melek: Dünya parasını merak etme, sen öldükten sonra sırtından çok para kazandılar, o bütçeden sana yeteri kadar para ayırdık, tüm harcamalarını oradan yapacaksın.


Andersen: Ta tamam!


Melek: Oraya gittiğinde kimse Andersen’in şöhretini ve masallarını duymamış olacak, seni yalnız ev arkadaşın biliyor olacak. Hımm uçak nedir biliyor musun?


Andersen: Evet, her akşam Dünya Belgeselini hiç kaçırmadan izlerim, neden sordunuz, buradan oraya uçakla mı gitcem?


Melek, muzipçe güler:  Yok buradan uydu kaldırıyoruz öyle gidiliyor nıhahahah  -dokgojin gülüşü, melek Kore Dizileri izliyor belli ki-


Andersen: Uydu mu?!!


Melek: Son dediğimi unut, buradan oraya nasıl gideceğini hiç kafana takma, orasını biz ayarlayacağız. Yalnız sen eve gider gitmez, Türkiye’ye gitmek için uçak biletlerini ayarlamayı ihmal etmemelisin, ev arkadaşını da alıp Türkiye’deki Siren Kayalıkları’nın olduğu kasabaya yani Eski Foça’ya gideceksin.


Andersen: Tanrı gerçek bir siren’i kurtaracaksın derken Yeni Osmanlı’ya yani Eski Foça’ya gidip siren yakalamamı mı istedi yani! ben sanmıştım kiii?


Melek , kibar bir şekilde güler bu sefer: Hayır tabi ki gerçek bir insanın hayatını kurtaracaksın! Ev arkadaşını seçtiğim gibi şanslı Siren’imizi de ben seçtim! Farklı ülkelere gittiğin de bile dil sorunun olmayacak ama fazla dikkat çekmemek için bütün dilleri anlayabildiğini fark ettirmemen lazım!


Andersen ağzı açık meleğin dediklerini dinlerken, melek de peşi sıra bir çok ayrıntıdan, bazı kurallardan behsetmeye devam eder...


... Aaa! Unutma seni kimse tanımıyor ama bu devirde meslek çok önemli, acemi bir yazar olduğunu söyleyebilirsin soran olursa!... Hımm başka bir sorun yoksa?


Andersen: Şşey aslında vaa..  Melek: Şimdi gidebilirsin, delikanlı Andersen!


-Sahne II-



Secret Garden - Ode To Simplicity


İzmir, Eski Foça’da bir pansiyonun dış kapısı. İki katlı taş evde tüm pencereler ahşap panjurlarla örtülüdür. Pencereleri gibi demir kapısı da kapalı olan evin kapısı ağır ağır açılır.


27-28 yaşlarında genç bir kadın kapıdan bitkin bir ifadeyle dışarı çıkar, akşam olmaktadır ama ufukta kalan son güneş kırıntıları gözünü kamaştırır, huzursuzca gözünü kırpıştırır. Kapıdan çıkarken peşi sıra bir nesneyi daha evin içinden sürükleyip dışarı çıkartır. Yazlık kasabalarda sıkça görülen, türkuaz renkte bir bisiklettir bu. Kadın, üç tekerleği ve arkasındaki kocaman sepeti ile merdivenlerden aşağı indirip kaldırıma kadar sürükler bisikleti. Kapri tulumunun önündeki büyük cepten bir kağıt parçası çıkarır.


“Taze Sofra Şarabı bugün gelecekti Göksel abiye” der ve yüzünü buruşturarak aceleyle Ülkü Pasajı’ndaki dükkanın yolunu tutar, yürüme mesafesi kısa olsa da şarapları kimsenin yardımı olmadan bisikletle taşımak istiyordur.


O kısacık yolda hiç durmadan gitmek imkansızdır ama, onu tanıyan esnaf ve komşular ikide bir durdurup onu sorulara boğarlar.


“Nasılsın kızım”, “Artık hep burada mısın?”, “Tek bırakma kendi, ne zaman istersen bize de uğra”, “İyisin değil mi, Ceren kızım?”, “Bir şeye ihtiyacın olursa…”.


“Sağolun”, “İyiyim…” Tüm bu hal hatır sorularına karşılık inandırıcı olamayan kibar bir gülüşle kısa cevaplar vererek, en sonunda Ülkü Pasajı’na kadar gelebilir. Pasajın giriş ve çıkış kapısı düz bir koridor ile birbirine bağlanmaktadır. Ceren ışık içinde kalmış pasajdan içeri girerken yine beni mi buldun güneş der ister istemez.



Dükkana girip çıraklardan mümkün olduğunca çabuk şarapları getirmelerini ister, onları beklerken, orta boylu kibar bir adam yüzünde şefkatli bir ifadeyle Ceren’e yaklaşır. Ceren onu fark ettiğinde biraz daha sıkılır. “Yine o sorular geliyor, Göksel Abi(Ferzan Özpetek) bari sen yapma” diye geçirir içinden.


Yüzünün sıkıntılı ifadesinden sohbete henüz hazır olmadığını anlayan adam, Ceren’i kaçırmamak için günlük konuşmalar başlatır.


“Demir ne zaman geliyor? Evlenince İzmir’e yerleşeceklerini söylüyordu, yalan oldu galiba?”


“Cumartesi akşamı Foça’ya geliyor aslında” der istemeden, belli ki sohbet uzayacaktır.


“Foça’ya mı? İzmir’de kalmayacaklar mıydı, eşi Ege Üniversitesi’ne asistan olarak gelecek diye biliyordum. Birlikte mi gelecekler? Ivy’di di mi kızımızın adı?”


“Yok Ivy’nin Amerika’daki okulunda daha yapması gereken işler var, o yüzden önce Demir gelecek, ama yaz sonuna kadar buradalar, kuzenlerim gelene kadar bana pansiyonda yardımcı olacaklar sağolsunlar”.


Ceren konuyu çok güzel özetlediğini düşünerek, çıraktan aldığı şarapları bisikletin arka kasasına koyarak toparlanmaya başlamıştı ki, Göksel onu daha da lafa tutar.


 “Demir’in yaptığı da iş mi şimdi, hem daha yeni evliler, hem de kızı bırakıp önden buraya geliyor, Ivy kızımızda pek anlayışlıymış =) ..


Ceren “ya öyle tabii evet hmm…”


“Balayında bile rahat durmuyor şu oğlana bak, eşiyle gidip baş başa tatil yapacağına, pansiyonu asayişe geliyor! Şimdi o geldi mi sana gün yüzü yok hahhaa,  bütün yaz sana patronluk taslayacak haberin olsun. O gelene kadar ortalığı toparlasan iyi edersin, hiç çekilmez onun dırdırı şimdi” “Demir hiç öyle dırdır yapmaz Göksel Abi, günahını alıyorsun, Hem Demir’de, ben de İvy’e iş yaptırtmayız hiç merek etme” “Şaka dedim bende, senin ikiz kuzenlerin geldiğinde onun da papucu dama atılır zaten, peki onlar ne zaman geli…” Bunları söylerken hiç susmayacak gibidir. Konuşurken Ceren’i incelemekten de geri kalmaz, biraz zayıflamış gibidir Ceren ona göre, bakışları donuk, aklı hep başka bir yerde gibi gözüküyordur ama “Pansiyonu açmaya karar vermesi bile bir gelişme, zamanla daha iyi olacaktır.” diye düşünüp yarı umutlu yarı hüzünle iç geçirir.


Kafasında daha bir çok soru vardır, hazır yakalamışken Ceren’i akşam ailesiyle yemeğe çağıracak olur, Ceren lafı ağzına kibarca tıkar, selam verip bisikleti pasajdan hızla dışarı sürükleyip uzaklaşır yanından.


Dönerken de daha fazla vakit kaybetmeden bu defa arka sokaklardan pansiyona yani annesinden boş kalan eve geri döner. İçeri girdiğinde dışarıda yaptığı sohbetlerde olduğundan daha fazla canı sıkılır, boğulacak gibi olur, karanlık bir köşeye şarapları indirip içlerinden bir şişe alır yanına, artık akşam olmuştur. Kimseye yakalanmamak için kadınlar plajındaki* eski iskelenin oraya gider, kasabadaki diğer kıyılar gibi önü açık değildir bu plajın, önünden yol geçmediği için evlerle burun buruna olan plaj, pansiyona beş dakika uzaklıkta sanki gizli bir köşedir.



Bu saatlerde kasaba kalabalık olsa da, burada kimse kimseyle ilgilenmeyip, manzaranın keyfini çıkarmaktadır. İnsanlarla ilgisi tamamen kopan Ceren’e öyle gelmektedir en azından. Onun tek ilgilendiği deniz ve rüzgardır, bir de elindeki şarap. Rüzgara rağmen hava sıcaktır, şarabı ısıtarak heba etmemek için aceleyle kana kana içer… Ama birden bir sıkıntı biner yine, sanki tüm vücudu ruhunu boğuyordur, iskeleden de kalkıp pansiyonun yolunu tutar.


Kapısına kadar geldiğinde baştan aşağı pansiyonun taş duvarlarına göz gezdirir. Ziyaretçileri için gelip geçici bir mekan olan bu taş ev, şuan için bu haliyle kimseye huzur verecek gibi değildir. Sıkı sıkıya kapalı kapı ve pencereleriyle, sanki denizde boğulmak üzereyken nefesini tutmuş, acılı bir insan yüzüne benziyordur. Ya da kendini boğulacak gibi hisseden Ceren’e öyle geliyordur. Gözünü ve ağzını sıkı sıkıya yummuş çırpınan bir insan gibi, ne dışarıda ne de ciğerlerinde kendini yaşatmaya yetecek bir nefeslik hava vardır, ama kendini de tıpkı bu ev gibi sıkı sıkıya kapamaktan başka elinden bir şey gelmez. Sarhoş kafayla işte bunları düşünür, yalpalayarak evin merdivenlerinden çıkarken Ceren’de nefesini tutup öyle girer içeri. Kapı arkasından kapanır.


Üst kata çıkmak için el yordamıyla merdivenleri arar. Ayağı bir şeye takılır, duvara yaslanmış cismin Ceren’in arkasından tümüyle yere çarptığını duyarız.


Sıkıntıdan kıpkırmızı kesilen Ceren, “Bugün hiçbir şeye dokunmayacağım, bugün üzebildiğim kadar üzeceğim kendimi, belki yarın yeni bir başlangıç yapabilirim böylelikle, ama bugün hiçbir şeyi düzeltmeye takatim yok”  diyerek sanki tıslar. Üst kattaki odasına çıkar. Odasına geldiğinde elinde son bir yudum şarap kalmış şişeyi sıkıca tutmaktadır hala.


Secret Garden - Song from a secret garden


Kapalı pencerenin önündeki yazı masasına çöker kalan son enerjisiyle, masasını karıştırıp günlüğünü bulur, sayfaların arasından düşen fotoğrafla içine tekrar bir acı oturur. Karanlık bir gölge geçer yüreğinden. Şişedeki son damlayı da içer ve ani bir istekle son satırlarını yazmaya başlar…


Gözyaşları içinde yazısını bitirdiğinde günlüğü son kez kapatıp masanın bir ucuna iter, hızla sürüklenen günlük pencereyle masa arsındaki boşluğa düşer. Ceren o anlarda elindeki şişeyi masanın köşesine çarparak kırar, şişenin boynundan kalan son şarap damlaları yere damlamayı sürdürür..


Seyyan Hanım – Hasret


Zar zor kalkıp gramofonun oraya giderken ardında kızıl renkli damlacıklar bırakmıştır, acıklı bir ses yükselir gramofondan, elinde kırık şişeyle öylece ayakta dikilirken birden pencerelerin ahşap panjurları şiddetli bir gürültüyle açılır. Ceren uyuşmuş bir haldedir ama şaşkınlıkla daha da yaklaşıp bakmaya kalkıştığında, denizi ve sokağı görür ama sanki ilk defa görüyormuşçasına heyecanlanır. Öyle ya ölmeye karar vermiş bir insandan pencereler aniden açıldı diye korkmasını bekleyemezsiniz, hayat ona ani bir hamle yaptığında hissedeceği tek şey heyecanlanmak olabilir. Büyülenmiş gözlerle pencereden dışarıya ilk defa bakarken, hiç bu kadar aydınlık görmediğini düşünür denizi, yıldızlarsa düşüvermiştir sanki dalgalara…


“ahhh bir ölmek ki ancak bu kadar güzel olur” diye mırıldanır


Pencereye daha da yaklaşır, ışıklar çoğalırken gözünde, sanki bir hayal denizine düşer, dalgaları hisseder, sanki sirenlerin çığlıklarını duyar gibi olur, odanın silueti çevresinden yavaş yavaş silinmeye başlar o an…


-Sahne III-


The Little Mermaid - Part Of Your World (Danish Pop Version)


Kopenhag’daki ünlü Kongens Nytorv meydanı her zaman ki gibi çok yoğun bir güne başlamıştır. Meydandaki kaldırım taşlarına sorarsanız, inim inim inlerler “Dün ne kadar kalabalıktı, belim kırıldı insanları taşımaktan. Bir gün olsun dinlenemiyoruz, vay bro vay” diyerek.


Kopenhag’a gelip de bu meydana ayak basmayan yoktur. Alışverişe gitmek isteyenler, dostlarla içki içip sohbet etmek için meydandaki kafe ve restoranlara doluşanlar… hepsi bu meydandan geçerler ve meydandaki taşlar her gün bu insanları ağırlamakla görevlidir.


Gelenler eski bina ve müzelere baka dursun, asıl emektarlar olan bu yer taşları gıklarını bile çıkarmadan her şeye tanıklık etmekten başka bir şey yapmazlar.


Yine böyle bir güne başlanmışken, daha günün ilk ışıkları meydanı aydınlatırken kaldırım taşları şaşkınlıktan kendi aralarında konuşmaya başlarlar.


“Nyhavn Limanı’ndan esen rüzgarın dediklerini duydunuz mu? Küçük Siren heykeli gitmiş, yok olmuş”


“aaaa nasıl olur?”


“Polis ayaklar gelmemiş mi peki?”


“Bırak polis ayağını, polis tekerleği bile heykelin olduğu yerin önünden geçerken siren bile çalmamış yaaaah”


“İnanmam, mümkün değil” Son taş bunu söylerken, haberi getiren rüzgar hırsla bütün toz toprağı üstüne sürükler, “ay rüzgar lafım sana değil yani, lafın gelişi dedim, insanlar öyle der ya!”


“Arkadaşlar bırakın şimdi heykeli size daha kötü bir haberim var, yukarıdaki Vingardsstraede Caddesi’nde de Andersen’in evinde tabela değişmiş, H.S Andersen Hus* yazısı silinmiş, sadece 51K yazıyormuş”


“Voaaa, nasıl olur bu!”


“Sırf o da değil, koskoca Andersen Müzesi* gitmiş onun yerine de  51K Galeri* diye bir fotoğraf stüdyosu gelmiş!!!!”


“Ah işte buna inanmam, inanamam, nasıl olur bu! Şimdi orta yerimden çatlayıp kuma döncem!”


“Gün ağarıyor, insanlar meydana doluşmaya başladı, bizden başka kimse fark edecek mi acaba Andersen’in yokluğunu?”,


“Sanmıyorum, bu işte bir iş var, sanki Andersen hiç yaşamamış gibi! Baksanıza insanlar da farkında değil onun yokluğunu” ,


“Doğru dedin, kesin bir şeyler dönüyor, herkes kulağını açık tutsun tamam mı? ” (Bkz: Yerin kulağı vardır!)


Kim Ji Haneul (So Ji Sub) o sabah kalktığında, uyandığı evin bir başkasının evi olduğunu görür, çarşafın altını ve sağını solunu kontrol ettiğinde oda da yalnız olduğunu görür, dikkatle odayı süzdüğünde kendi eşyalarının antika ahşap mobilyalar üzerinde dizildiğini fark eder, tuhaf bir his içini kaplamıştır aynı zamanda, şaşırması gerekirken şaşırmıyordur, kendisine yabancı bir odada uyanmıştır ama her saniye daha yakınlık duymaktadır odaya, sanki cidden onun evi onun odasıdır burası.


Yataktan çıkıp mutfağa yönelir, dedesinin en çok sevdiği siyah çayı tıpkı onun sevdiği şekilde hazırlamaya başlar. Ama önce kuzine sobayı yakar el çabukluğuyla. Kuzinenin ateşi kızışıncaya kadar, önce banyoya sonra da odasına gider. Çar çabuk giyinip hazırlanır,  mutfağa döndüğünde kuzine ısınmıştır. Siyah çayı hazırlar bu defa, demliklerden birine su diğerine de sudan geçirdiği siyah çayı koyar.


Kendine bugün krallar gibi bir kahvaltı hazırlamak niyetindedir, “Galeriyi biraz geç açsam da olur” diye düşünür keyifle. Mutfaktaki masaya kahvaltı sofrasını kurup, çayını yudumladığında ise;


“Türk usulü çay! Sen ne güzel bir şeysin, her gün içsem sana gene doyamam!” der tüm sevimliliğiyle =)


 O sırada mutfağın kapısında Andersen büyük baba içliğiyle ama gayet genç bir görünümle belirir.


Haneul, ince belli cam bardağından içtiği çayı püskürtür ve… “O ne lan! sen kimsin Hacı!” der.


“Ha-ha çok komiksin! Bu içliği sevmediğin için beni tanımazlıktan geldiğini biliyorum ama böyle püfür püfür oluyor, daha rahat ediyorum biliyorsun ki!


Aslında bu açıklamayı yüz defa yapmışımdır ama gene yapmak icap etti belli ki =)” der Andersen, muzip bir şekilde.


Ji Sub, uyandığında nasıl yeni evi ve odasına alıştıysa bir anda, Andersen ve büyük baba içliğine de garip bir şekilde alışır, sanki cidden bu durumu hiç yadırgamaması gerekiyordur.


Saatler ilerledikçe neden şaşırdığını bile hatırlayamaz olur. Andersen  onun için eski bir dostun yerini almıştır sanki. Ne zaman nerde tanıştıkları hatırlamasa da, onunla ev arkadaşı olduğuna çoktan inandırmıştır kendini.


Hatta akşam galeriden döndüğünde arkadaşının “İki gün sonra Türkiye’ye tatile gidiyoruz, ne zaman döneceğimiz belli değil, bütün işlerini ona göre ayarla” demesini sevinçle karşılar. Kalan zamanını galerideki işlerini tamamlayıp hazırlanmak için kullanır. Zaten yıllardır dedesinin bahsettiği o ülkeye gitmek istemiştir ama Yunanistan’a kadar bile gidebilmişken nedense bir türlü Türkiye’ye ayak basamamıştır. Ama en sonunda gidecektir hem de zaman kısıtlaması bile yoktur. İşte şimdi yıllardan beri hiç olmadığı kadar huzurludur. Türkiye’de nereye gideceğini bile sorgulamaz.


-Sahne IV-


Zinde bir şekilde yatağından kalkar Ceren. Rüyasında annesiyle saatlerce vakit geçirmiş gibidir, dahası onunla pansiyonu tekrar açtıklarını ve pansiyona sürekli misafirlerinin geldiğini görür. Her şey öyle gerçekçidir ki, neredeyse gerçekten mutlu olduğunu bile hisseder.


O mutluluk ve zindelik hissiyle odasından çıkar merdivenlerden aşağı seğirir, sanır ki rüyasındaki gibi annesi her şeyi düzenlemiş, pansiyon çiçek gibi tertemiz onun kapıları açmasını beklemektedir. Ama alt kata geldiğinde gördüğü manzara bu değildir, yüzündeki aydınlık gider birden. Tıpkı kendisi gibi kapısı kapalı bir hayat*(eski tabirle evin giriş kısmı) ve pencereleri örtülü, mobilyaları çarşaflar altında kalmış bir salonla karşılaşır.


Tüm cesareti tekrar kırılır, omuzları düşer farkında olmadan. Yere çömelir, başını ellerinin arasına alıp kalakalır. Sonra yine rüyadaymış gibi omuzlarından aşağı bir rahatlama sarar her tarafını, garip bir huzurla kendini yine sonsuz bir enerjiye sahipmiş gibi hisseder. Pansiyona tekrar bir göz gezdirir, az önceki gibi korkunç gözükmez gözüne, hatta annesinin zevkine göre alınmış eşyaları tekrar temizlerken annesinden hiç kopmamış gibi hisseder.


“İki güne çiçek gibi olur burası tekrardan”. Pencereleri sonuna kadar açar, aydınlığın içeri girmesine izin verir. Başlar pansiyonu temizlemeye, öncelikle akşam düşürdüğü “ Pansiyon Kaktüs Çiçeği” tabelasını alır yerden, yapılacak işleri not etmek için bir not defteri bulur ordan buradan.


Madde 1, Belediye’ye gidip Reklam Tabela Vergisi’ni kontrol ettir birikmiş bir borç var mı bir bak, tabelayı da yeniden boyatıp cilalat, sonra  herkesin hatta meleklerin bile göreceği şekilde as!!! …


Madde 2. İlk yardım dolabını kontrol et, eksik var mı! :P


Onu o iki gün boyunca evi temizleyip, not defterine yazdığı maddelere çizik atarken ve tekrar yeni maddeler eklerken görürüz.


-Sahne V-


Loituma - Levan Polkka


Haneul ve Andersen’i Foça garında servis arabasından inerken görürüz,  Haneul omzunda kamerası asılı ve gayet karizmatik bir biçimde servisten iner, bagajdan çanta ve bavullarını da kendi alır. Andersen ise sırıta sırıta iner servisten, servis görevlisinden bagajını Haneul’e çaktırmadan sanki yarım yamalak bir Türkçesi varmış gibi konuşarak ister. Gerçi Türkçe konuşmasa bile görevli onu görür görmez yüzünü buruşturarak bavulunu verecektir.



Görevli, bagajın içine uzanıp ıkına ıkına bavulunu yere indirir Andersen’in! Bavulun çok eski olduğu gün gibi aşikardır, bir de eşek ölüsü kadar ağırdır ve eski ve deriden yapılma olduğu için sıcakta pis pis kokmuştur.


Görevli gibi Haneul’de bavulu tekrar gördüğünde yüzünü buruşturur.

“Oğlum bu ne ya, görende ceset koydun içine sanır! Off bi de ölü balık gibi kokuyo pöfff” der ve eliyle burnunun önünü yelpazeler.

“Hiç de bile kokmuyor, belki biraz ağır ama, senden güzel koktuğu kesin!”

Haneul gülümseyip “Çııı! Ne demezsin” =)

***


Haneul ve Andersen’i ellerindeki Foça krokisine bakarak pansiyona giderken görürüz. O sırada Demir (Song Joong Ki) çoktan beyaz üstü açık vosvosunu pansiyonun arka sokağına park etmiştir bile, Ceren o gelmeden tüm hazırlıkları yapmış ona sadece en sevdiği iş olan, pansiyonerle ilgilenme onlarla sohbet etme kısmı kalmıştır.


Demir ve Ceren’in anneleri aynı liseden mezun çok yakın arkadaşlardı, zamanla birbirlerinden ayrı şehirlere düşseler de, kendileri gibi çocukları da iletişimi koparmamış, kardeş gibi birbirlerine sahip çıkmışlardır. Demir pansiyona adım atar atmaz, hiç oyalanmayıp işe koyulur o yüzden. İlk pansiyonerlerinin kayıt yaptırmalarına çok sevinir, gerçi daha erken gelseydi Demir tüm odaları doldururdu ama Ceren’e fazla yüklenmemeye karar verir aklı sıra =)


Demir bunları düşüne dursun, Haneul pansiyondan içeri girer. Ceren, giriş kısmındaki kayıt bölümündedir o sırada. Kafasını kaldırıp onu gördüğünde, çocuk gibi sevinip İngilizce selam verir. Demir’in de yüzü aydınlanır, o da selam verir. “İşte eğlence başlıyor” diye içinden geçirir.


Ceren hemen kayıt masasında giriş işlemlerini tamamlayıp,  pansiyonu gezdirir ve odasına kadar eşlik eder. Andersen ise yolun gerisinde kalmış, hala bavulunu sürüklüyordur.


Özetle her şey çok güzel başlamıştır Demir için. Haneul’un Ceren’i görür görmez pişmiş kelle gibi gülmesini biraz yadırgamıştır. Ama çok güler yüzlü ve güvenilir bir işletmeci görüntüsü verdiği için Ceren’i de çok takdir eder, müşteri de çok memnun olmuştur bu durumdan belli ki.


Kayıt masasında Ceren değil de Demir olsaydı anca bu kadar memnun olurdu müşteri, evet evet kesin öyle olurdu. Yani en azından Demir olaya böyle bir açıklama getirir. Hem Tatar genleri sayesinde dış görünümü de ilk müşterisi için çok sıcakkanlı bir izlenim bıraktığına da adı gibi emindir.


Sonra kapı da Andersen’i görür ve bir kez daha gülümser. Andersen biraz daha yaklaşır ona, hala gülümsemeye devam ediyordur, sonra burnuna ağır bir koku gelmeye başlar, gülümsemesi donar. Andersen sempatik gözükmeye çalışarak kırık bir Türkçe ile "Marhaba"der


Ama Demir anca "Hoş(t)geldinizz" diyebilir.


1. Bölümün Sonu


Not: H.C. Andersen'in evi ve müzesine ait fotoğraflar www.galenfrysinger.com adresinden alınmıştır.


Not 2: Eski Foça'ya ait fotoğrafları ise kendim çektim, umarım fotoğraflarda geçen mekanların ve özellikle vosvos arabanın sahipleri bu durumdan rahatsız olmaz... :)

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Oyuncular.....


İlk Bölümde Tanıştığımız Karakterler
H.C. Andersen – Kendisi
Bizim Andersen, hani kibritçi kızını gözünün yaşına bakmadan buz gibi havada sokağa atan bir de utanmadan masalı mutlu sonla bitirmeyip “rahmetliyi nasıl bilirdiniz?”e çeviren yetenekli yazar… Aynı şeyi bir çift bacağı, bir eşi ve mutlu bir yuvası olsun isteyen küçük sirene de yapıp, onu da köpüğe dönüştürüp hayallerini yıkan zat-ı muhterem… Neden yaptınız diye sorulduğunda da “çocuklar biraz da gerçek dünyayı tanısınlar istedim” diye cevap vermiştir. Bu öyküyle ona dünya kaç bucak göstereceğim :D
Göksel Giritli – Ferzan Özpetek
Ceren’in aile dostu, yalnız olmayı sevmez, kimse de yalnız olsun istemez.  İnsan sarrafıdır, kalabalık sofralara bayılır. Ceren’i de kendi kızı gibi sever. Sinema ve edebiyata meraklı.  Andersen ile anlaşabilecek mi acaba? :D
Kim Ji Haneul – So Ji Sub
Ceren ‘in ruh eşi -kim diyor? ben diyorum! :D – Danimarka’da yaşıyor. Fotoğrafçı ve kendine ait bir galerisi var. Andersen ile farkında olmadan ev arkadaşı oluyor. Benim gözümde onu So Ji Sub’dan başkası oynayamazdı.
Ceren Uçmağ  -Kaktüs Çiçeği
Pansiyon Kaktüs Çiçeği’nin sahibi, annesinin gidişinden sonra kuzenleri ile pansiyonu kaldığı yerden işletmeye devam ediyor.  Geçmişte kötü bir ilişki yaşamış, bundan sonra da yalnız kalmaya kararlı ama hayat gene ona bir oyun oynayacak, bu sefer şans yüzüne gülecek lakin. İzninizle bu role kendimi layık gördüm :)
Demir Kırım – Song Joong Ki
Ceren’in aile dostu, anneleri çok yakın arkadaş. Dolayısıyla O da Ceren için aileden biri. Demir’e hayat veren oyuncumuz ise Song Joong Ki.

İlerleyen Bölümlerde Daha Sık Göreceğimiz Karakterler


Ivy Kırım – Hikaruivy
Çiçeği burnunda gelinimiz, Demir’in eşi… Adı sıkça geçiyor şimdilik ama merak ettiyseniz kim diye… Yabancımız değil, Hikaruivy canlandırıyor karakterimizi. Song Joong Ki ile sette başlayan iş arkadaşlığı, sonradan gerçeğe dönüşür mü bilemem ama hikaye de iyi gidecek her şey  :D


Aytekin Aytaç  - Matt Dallas & Aydan Aytaç – Berrak Tüzünataç

Ceren’in ikiz kuzenleri.  Anneleri kardeş olan bu kuzenlerin ilk gençlik yılları da aynı evde geçmiş. Yani Kaktüs Çiçeği Pansiyonu her biri için ayrı bir öneme sahip.  Bir araya geldiklerinde de çete gibiler, aman dikkat :D Peki kimdir bu kuzenler? İlerleyen bölümlerde onları daha iyi tanıyacağız ama şimdiden oyuncularımızı da tanıtalım. Aytekin’i Matt Dallas,Aydan’ı ise Berrak Tüzünataç canlandırıyor. Hımmm ben yakıştırdım cidden, ikiz rolüne çok güzel gidecekler, umarım siz de aynı fikirdesinizdir :D
***
Hikaye ilerledikçe yeni yeni karakterler eklenecektir…