22 Temmuz 2011 Cuma

Küçük Siren - 1. Bölüm

Andersen’in Küçük Siren masalını duymuş muydunuz? Sevdiği için ailesini geride bırakan ama beklediği karşılığı göremediği halde, kendini yine onun için feda eden küçük deniz kızının masalından bahsediyorum. Mutlu son ile bitmez bu defa diğer masallar da olduğu gibi, çünkü masalın sonunda ne insan olabilir ne de tekrar bir sirene dönüşebilir, köpüğe dönüşüp gök kızlarının arasına karışan sirene ne olduğunu bir daha da sorgulamaz insanlar çünkü masal oracıkta bitmiştir.


Oysa ki köpük olup yok olan siren bu defa eskisinden daha yalnızdır, ne ailesinin yanına gidebilir ne de sevdiğinin yanına, Küçük Siren sonsuz acının içine hapsolur ve unutulur gider. 


Küçük Siren’i okuyan küçük kızlardan bazıları da büyüdüklerinde onunla aynı sona mahkum olmaktan kurtulamazlar, hatta son zamanlarda sokaklarda küçük siren sendromu yaşan genç kadınların sayısı azımsanmayacak şekilde artmıştır.


Dünyadaki yerlerini yani hayat gayelerini kaybetmiş bu kadınların bazıları, bir süre sonra bu acıya daha fazla dayanamayıp kendilerine kıymakta ve vaktinden önce dünyayı terk ettikleri için öte tarafta kaosa sebep olmaktadırlar. Hikayemiz de bundan sonra başlamaktadır…


-Sahne I-


Sonsuzluk içinde bir yer, ruhların doluştuğu bu yerde gözle görülemese bile bir terslik olduğu hissedilmektedir.


Tanrı: Andersen’ı buraya getirin!


Yarattığı bu kaostan dolayı Tanrı Andersen’i yanına çağırmıştır, Andersen olayı bilmekte ve derin bir vicdan azabı çekmektedir.


Andersen,Tanrı’nın huzuruna çıkar.


Tanrı: Ne hissettiğini biliyorum, kalbinde yer eden pişmanlığa son verebilirim! Tüm bu olanları düzeltmek için son bir şansın var!


Andersen, şaşkın bir şekilde: Şans mı? Beni cezalandırmayacak mısınız? Ama ben çok büyük bir yanlış yaptım, benim masallarımla büyüyenlerin umutlarını, daha onlar çok küçük ve savunmasız iken ellerinden aldım. Benim yüzümden yaşamın getireceklerine olan inançları kalmadı ve hayat hep kötü gidecek sandılar, kendi ruhlarını cezalandırdıklarının farkında olmadan canlarına kıydılar, yaşamaktan vazgeçtiler.


Sizi sorgulayacak değilim Tanrı’m ama neden bana tekrar bir şans verdiğinizi anlamadım!?


Tanrı: Seninle bir anlaşmaya yapacağız, buna bir sınav gözüyle bakabilirsin. Kaosa bir son vermek istiyor musun, istemiyor musun?


Andersen:  Taa ta tabiî ki! Ne gerekirse yapmaya hazırım!


Tanrı: O halde anlaşma şu! Sen, Hans Christian Andersen! Dünyaya geri dönecek ve sebep olduğun küçük siren sendromuna yakalanmış bir kadını yaşama geri kazandıracaksın! Eğer bunu başarabilirsen, seni affedeceğim. Dahası buraya acı içinde doluşan diğer sirenlerinde ruhlarını bağışlayacağım. Ve onlara tekrar dünyaya dönüp bu defa mutlu bir yaşam sürmeleri için ikinci bir şans tanıyacağım.


Andersen:  Sormaya korkuyorum ama ya başaramazsam !


Tanrı: Eğer başaramazsan tüm o şöhretin tarih sayfalarından silinecek, yaşarken yaptığın eserler de tabi unutulacak. Kimse Andersen’i hatırlamayacak. Tıpkı gökyüzüne yükselen o köpükler gibi senden geriye de hiçbir iz kalmayacak. Sade bir vatandaş gibi yaşamış sayacağım o hayatını. Ama her halükarda kaostan etkilenen ruhlar huzura erecek!


Andersen, karşı çıkacak gibi olur sonra bir şey diyemez.


Meleğe benzettiği kibar gülüşlü bir kadın, onu tekrar dünyaya geri dönmek üzere hazırlamaya başlar.


Melek: Doğup büyüdüğün evi kullanacaksın tekrar ama evi bizim seçtiğimiz biriyle paylaşacaksın!


Andersen: Peekki!


Melek: Dünya parasını merak etme, sen öldükten sonra sırtından çok para kazandılar, o bütçeden sana yeteri kadar para ayırdık, tüm harcamalarını oradan yapacaksın.


Andersen: Ta tamam!


Melek: Oraya gittiğinde kimse Andersen’in şöhretini ve masallarını duymamış olacak, seni yalnız ev arkadaşın biliyor olacak. Hımm uçak nedir biliyor musun?


Andersen: Evet, her akşam Dünya Belgeselini hiç kaçırmadan izlerim, neden sordunuz, buradan oraya uçakla mı gitcem?


Melek, muzipçe güler:  Yok buradan uydu kaldırıyoruz öyle gidiliyor nıhahahah  -dokgojin gülüşü, melek Kore Dizileri izliyor belli ki-


Andersen: Uydu mu?!!


Melek: Son dediğimi unut, buradan oraya nasıl gideceğini hiç kafana takma, orasını biz ayarlayacağız. Yalnız sen eve gider gitmez, Türkiye’ye gitmek için uçak biletlerini ayarlamayı ihmal etmemelisin, ev arkadaşını da alıp Türkiye’deki Siren Kayalıkları’nın olduğu kasabaya yani Eski Foça’ya gideceksin.


Andersen: Tanrı gerçek bir siren’i kurtaracaksın derken Yeni Osmanlı’ya yani Eski Foça’ya gidip siren yakalamamı mı istedi yani! ben sanmıştım kiii?


Melek , kibar bir şekilde güler bu sefer: Hayır tabi ki gerçek bir insanın hayatını kurtaracaksın! Ev arkadaşını seçtiğim gibi şanslı Siren’imizi de ben seçtim! Farklı ülkelere gittiğin de bile dil sorunun olmayacak ama fazla dikkat çekmemek için bütün dilleri anlayabildiğini fark ettirmemen lazım!


Andersen ağzı açık meleğin dediklerini dinlerken, melek de peşi sıra bir çok ayrıntıdan, bazı kurallardan behsetmeye devam eder...


... Aaa! Unutma seni kimse tanımıyor ama bu devirde meslek çok önemli, acemi bir yazar olduğunu söyleyebilirsin soran olursa!... Hımm başka bir sorun yoksa?


Andersen: Şşey aslında vaa..  Melek: Şimdi gidebilirsin, delikanlı Andersen!


-Sahne II-



Secret Garden - Ode To Simplicity


İzmir, Eski Foça’da bir pansiyonun dış kapısı. İki katlı taş evde tüm pencereler ahşap panjurlarla örtülüdür. Pencereleri gibi demir kapısı da kapalı olan evin kapısı ağır ağır açılır.


27-28 yaşlarında genç bir kadın kapıdan bitkin bir ifadeyle dışarı çıkar, akşam olmaktadır ama ufukta kalan son güneş kırıntıları gözünü kamaştırır, huzursuzca gözünü kırpıştırır. Kapıdan çıkarken peşi sıra bir nesneyi daha evin içinden sürükleyip dışarı çıkartır. Yazlık kasabalarda sıkça görülen, türkuaz renkte bir bisiklettir bu. Kadın, üç tekerleği ve arkasındaki kocaman sepeti ile merdivenlerden aşağı indirip kaldırıma kadar sürükler bisikleti. Kapri tulumunun önündeki büyük cepten bir kağıt parçası çıkarır.


“Taze Sofra Şarabı bugün gelecekti Göksel abiye” der ve yüzünü buruşturarak aceleyle Ülkü Pasajı’ndaki dükkanın yolunu tutar, yürüme mesafesi kısa olsa da şarapları kimsenin yardımı olmadan bisikletle taşımak istiyordur.


O kısacık yolda hiç durmadan gitmek imkansızdır ama, onu tanıyan esnaf ve komşular ikide bir durdurup onu sorulara boğarlar.


“Nasılsın kızım”, “Artık hep burada mısın?”, “Tek bırakma kendi, ne zaman istersen bize de uğra”, “İyisin değil mi, Ceren kızım?”, “Bir şeye ihtiyacın olursa…”.


“Sağolun”, “İyiyim…” Tüm bu hal hatır sorularına karşılık inandırıcı olamayan kibar bir gülüşle kısa cevaplar vererek, en sonunda Ülkü Pasajı’na kadar gelebilir. Pasajın giriş ve çıkış kapısı düz bir koridor ile birbirine bağlanmaktadır. Ceren ışık içinde kalmış pasajdan içeri girerken yine beni mi buldun güneş der ister istemez.



Dükkana girip çıraklardan mümkün olduğunca çabuk şarapları getirmelerini ister, onları beklerken, orta boylu kibar bir adam yüzünde şefkatli bir ifadeyle Ceren’e yaklaşır. Ceren onu fark ettiğinde biraz daha sıkılır. “Yine o sorular geliyor, Göksel Abi(Ferzan Özpetek) bari sen yapma” diye geçirir içinden.


Yüzünün sıkıntılı ifadesinden sohbete henüz hazır olmadığını anlayan adam, Ceren’i kaçırmamak için günlük konuşmalar başlatır.


“Demir ne zaman geliyor? Evlenince İzmir’e yerleşeceklerini söylüyordu, yalan oldu galiba?”


“Cumartesi akşamı Foça’ya geliyor aslında” der istemeden, belli ki sohbet uzayacaktır.


“Foça’ya mı? İzmir’de kalmayacaklar mıydı, eşi Ege Üniversitesi’ne asistan olarak gelecek diye biliyordum. Birlikte mi gelecekler? Ivy’di di mi kızımızın adı?”


“Yok Ivy’nin Amerika’daki okulunda daha yapması gereken işler var, o yüzden önce Demir gelecek, ama yaz sonuna kadar buradalar, kuzenlerim gelene kadar bana pansiyonda yardımcı olacaklar sağolsunlar”.


Ceren konuyu çok güzel özetlediğini düşünerek, çıraktan aldığı şarapları bisikletin arka kasasına koyarak toparlanmaya başlamıştı ki, Göksel onu daha da lafa tutar.


 “Demir’in yaptığı da iş mi şimdi, hem daha yeni evliler, hem de kızı bırakıp önden buraya geliyor, Ivy kızımızda pek anlayışlıymış =) ..


Ceren “ya öyle tabii evet hmm…”


“Balayında bile rahat durmuyor şu oğlana bak, eşiyle gidip baş başa tatil yapacağına, pansiyonu asayişe geliyor! Şimdi o geldi mi sana gün yüzü yok hahhaa,  bütün yaz sana patronluk taslayacak haberin olsun. O gelene kadar ortalığı toparlasan iyi edersin, hiç çekilmez onun dırdırı şimdi” “Demir hiç öyle dırdır yapmaz Göksel Abi, günahını alıyorsun, Hem Demir’de, ben de İvy’e iş yaptırtmayız hiç merek etme” “Şaka dedim bende, senin ikiz kuzenlerin geldiğinde onun da papucu dama atılır zaten, peki onlar ne zaman geli…” Bunları söylerken hiç susmayacak gibidir. Konuşurken Ceren’i incelemekten de geri kalmaz, biraz zayıflamış gibidir Ceren ona göre, bakışları donuk, aklı hep başka bir yerde gibi gözüküyordur ama “Pansiyonu açmaya karar vermesi bile bir gelişme, zamanla daha iyi olacaktır.” diye düşünüp yarı umutlu yarı hüzünle iç geçirir.


Kafasında daha bir çok soru vardır, hazır yakalamışken Ceren’i akşam ailesiyle yemeğe çağıracak olur, Ceren lafı ağzına kibarca tıkar, selam verip bisikleti pasajdan hızla dışarı sürükleyip uzaklaşır yanından.


Dönerken de daha fazla vakit kaybetmeden bu defa arka sokaklardan pansiyona yani annesinden boş kalan eve geri döner. İçeri girdiğinde dışarıda yaptığı sohbetlerde olduğundan daha fazla canı sıkılır, boğulacak gibi olur, karanlık bir köşeye şarapları indirip içlerinden bir şişe alır yanına, artık akşam olmuştur. Kimseye yakalanmamak için kadınlar plajındaki* eski iskelenin oraya gider, kasabadaki diğer kıyılar gibi önü açık değildir bu plajın, önünden yol geçmediği için evlerle burun buruna olan plaj, pansiyona beş dakika uzaklıkta sanki gizli bir köşedir.



Bu saatlerde kasaba kalabalık olsa da, burada kimse kimseyle ilgilenmeyip, manzaranın keyfini çıkarmaktadır. İnsanlarla ilgisi tamamen kopan Ceren’e öyle gelmektedir en azından. Onun tek ilgilendiği deniz ve rüzgardır, bir de elindeki şarap. Rüzgara rağmen hava sıcaktır, şarabı ısıtarak heba etmemek için aceleyle kana kana içer… Ama birden bir sıkıntı biner yine, sanki tüm vücudu ruhunu boğuyordur, iskeleden de kalkıp pansiyonun yolunu tutar.


Kapısına kadar geldiğinde baştan aşağı pansiyonun taş duvarlarına göz gezdirir. Ziyaretçileri için gelip geçici bir mekan olan bu taş ev, şuan için bu haliyle kimseye huzur verecek gibi değildir. Sıkı sıkıya kapalı kapı ve pencereleriyle, sanki denizde boğulmak üzereyken nefesini tutmuş, acılı bir insan yüzüne benziyordur. Ya da kendini boğulacak gibi hisseden Ceren’e öyle geliyordur. Gözünü ve ağzını sıkı sıkıya yummuş çırpınan bir insan gibi, ne dışarıda ne de ciğerlerinde kendini yaşatmaya yetecek bir nefeslik hava vardır, ama kendini de tıpkı bu ev gibi sıkı sıkıya kapamaktan başka elinden bir şey gelmez. Sarhoş kafayla işte bunları düşünür, yalpalayarak evin merdivenlerinden çıkarken Ceren’de nefesini tutup öyle girer içeri. Kapı arkasından kapanır.


Üst kata çıkmak için el yordamıyla merdivenleri arar. Ayağı bir şeye takılır, duvara yaslanmış cismin Ceren’in arkasından tümüyle yere çarptığını duyarız.


Sıkıntıdan kıpkırmızı kesilen Ceren, “Bugün hiçbir şeye dokunmayacağım, bugün üzebildiğim kadar üzeceğim kendimi, belki yarın yeni bir başlangıç yapabilirim böylelikle, ama bugün hiçbir şeyi düzeltmeye takatim yok”  diyerek sanki tıslar. Üst kattaki odasına çıkar. Odasına geldiğinde elinde son bir yudum şarap kalmış şişeyi sıkıca tutmaktadır hala.


Secret Garden - Song from a secret garden


Kapalı pencerenin önündeki yazı masasına çöker kalan son enerjisiyle, masasını karıştırıp günlüğünü bulur, sayfaların arasından düşen fotoğrafla içine tekrar bir acı oturur. Karanlık bir gölge geçer yüreğinden. Şişedeki son damlayı da içer ve ani bir istekle son satırlarını yazmaya başlar…


Gözyaşları içinde yazısını bitirdiğinde günlüğü son kez kapatıp masanın bir ucuna iter, hızla sürüklenen günlük pencereyle masa arsındaki boşluğa düşer. Ceren o anlarda elindeki şişeyi masanın köşesine çarparak kırar, şişenin boynundan kalan son şarap damlaları yere damlamayı sürdürür..


Seyyan Hanım – Hasret


Zar zor kalkıp gramofonun oraya giderken ardında kızıl renkli damlacıklar bırakmıştır, acıklı bir ses yükselir gramofondan, elinde kırık şişeyle öylece ayakta dikilirken birden pencerelerin ahşap panjurları şiddetli bir gürültüyle açılır. Ceren uyuşmuş bir haldedir ama şaşkınlıkla daha da yaklaşıp bakmaya kalkıştığında, denizi ve sokağı görür ama sanki ilk defa görüyormuşçasına heyecanlanır. Öyle ya ölmeye karar vermiş bir insandan pencereler aniden açıldı diye korkmasını bekleyemezsiniz, hayat ona ani bir hamle yaptığında hissedeceği tek şey heyecanlanmak olabilir. Büyülenmiş gözlerle pencereden dışarıya ilk defa bakarken, hiç bu kadar aydınlık görmediğini düşünür denizi, yıldızlarsa düşüvermiştir sanki dalgalara…


“ahhh bir ölmek ki ancak bu kadar güzel olur” diye mırıldanır


Pencereye daha da yaklaşır, ışıklar çoğalırken gözünde, sanki bir hayal denizine düşer, dalgaları hisseder, sanki sirenlerin çığlıklarını duyar gibi olur, odanın silueti çevresinden yavaş yavaş silinmeye başlar o an…


-Sahne III-


The Little Mermaid - Part Of Your World (Danish Pop Version)


Kopenhag’daki ünlü Kongens Nytorv meydanı her zaman ki gibi çok yoğun bir güne başlamıştır. Meydandaki kaldırım taşlarına sorarsanız, inim inim inlerler “Dün ne kadar kalabalıktı, belim kırıldı insanları taşımaktan. Bir gün olsun dinlenemiyoruz, vay bro vay” diyerek.


Kopenhag’a gelip de bu meydana ayak basmayan yoktur. Alışverişe gitmek isteyenler, dostlarla içki içip sohbet etmek için meydandaki kafe ve restoranlara doluşanlar… hepsi bu meydandan geçerler ve meydandaki taşlar her gün bu insanları ağırlamakla görevlidir.


Gelenler eski bina ve müzelere baka dursun, asıl emektarlar olan bu yer taşları gıklarını bile çıkarmadan her şeye tanıklık etmekten başka bir şey yapmazlar.


Yine böyle bir güne başlanmışken, daha günün ilk ışıkları meydanı aydınlatırken kaldırım taşları şaşkınlıktan kendi aralarında konuşmaya başlarlar.


“Nyhavn Limanı’ndan esen rüzgarın dediklerini duydunuz mu? Küçük Siren heykeli gitmiş, yok olmuş”


“aaaa nasıl olur?”


“Polis ayaklar gelmemiş mi peki?”


“Bırak polis ayağını, polis tekerleği bile heykelin olduğu yerin önünden geçerken siren bile çalmamış yaaaah”


“İnanmam, mümkün değil” Son taş bunu söylerken, haberi getiren rüzgar hırsla bütün toz toprağı üstüne sürükler, “ay rüzgar lafım sana değil yani, lafın gelişi dedim, insanlar öyle der ya!”


“Arkadaşlar bırakın şimdi heykeli size daha kötü bir haberim var, yukarıdaki Vingardsstraede Caddesi’nde de Andersen’in evinde tabela değişmiş, H.S Andersen Hus* yazısı silinmiş, sadece 51K yazıyormuş”


“Voaaa, nasıl olur bu!”


“Sırf o da değil, koskoca Andersen Müzesi* gitmiş onun yerine de  51K Galeri* diye bir fotoğraf stüdyosu gelmiş!!!!”


“Ah işte buna inanmam, inanamam, nasıl olur bu! Şimdi orta yerimden çatlayıp kuma döncem!”


“Gün ağarıyor, insanlar meydana doluşmaya başladı, bizden başka kimse fark edecek mi acaba Andersen’in yokluğunu?”,


“Sanmıyorum, bu işte bir iş var, sanki Andersen hiç yaşamamış gibi! Baksanıza insanlar da farkında değil onun yokluğunu” ,


“Doğru dedin, kesin bir şeyler dönüyor, herkes kulağını açık tutsun tamam mı? ” (Bkz: Yerin kulağı vardır!)


Kim Ji Haneul (So Ji Sub) o sabah kalktığında, uyandığı evin bir başkasının evi olduğunu görür, çarşafın altını ve sağını solunu kontrol ettiğinde oda da yalnız olduğunu görür, dikkatle odayı süzdüğünde kendi eşyalarının antika ahşap mobilyalar üzerinde dizildiğini fark eder, tuhaf bir his içini kaplamıştır aynı zamanda, şaşırması gerekirken şaşırmıyordur, kendisine yabancı bir odada uyanmıştır ama her saniye daha yakınlık duymaktadır odaya, sanki cidden onun evi onun odasıdır burası.


Yataktan çıkıp mutfağa yönelir, dedesinin en çok sevdiği siyah çayı tıpkı onun sevdiği şekilde hazırlamaya başlar. Ama önce kuzine sobayı yakar el çabukluğuyla. Kuzinenin ateşi kızışıncaya kadar, önce banyoya sonra da odasına gider. Çar çabuk giyinip hazırlanır,  mutfağa döndüğünde kuzine ısınmıştır. Siyah çayı hazırlar bu defa, demliklerden birine su diğerine de sudan geçirdiği siyah çayı koyar.


Kendine bugün krallar gibi bir kahvaltı hazırlamak niyetindedir, “Galeriyi biraz geç açsam da olur” diye düşünür keyifle. Mutfaktaki masaya kahvaltı sofrasını kurup, çayını yudumladığında ise;


“Türk usulü çay! Sen ne güzel bir şeysin, her gün içsem sana gene doyamam!” der tüm sevimliliğiyle =)


 O sırada mutfağın kapısında Andersen büyük baba içliğiyle ama gayet genç bir görünümle belirir.


Haneul, ince belli cam bardağından içtiği çayı püskürtür ve… “O ne lan! sen kimsin Hacı!” der.


“Ha-ha çok komiksin! Bu içliği sevmediğin için beni tanımazlıktan geldiğini biliyorum ama böyle püfür püfür oluyor, daha rahat ediyorum biliyorsun ki!


Aslında bu açıklamayı yüz defa yapmışımdır ama gene yapmak icap etti belli ki =)” der Andersen, muzip bir şekilde.


Ji Sub, uyandığında nasıl yeni evi ve odasına alıştıysa bir anda, Andersen ve büyük baba içliğine de garip bir şekilde alışır, sanki cidden bu durumu hiç yadırgamaması gerekiyordur.


Saatler ilerledikçe neden şaşırdığını bile hatırlayamaz olur. Andersen  onun için eski bir dostun yerini almıştır sanki. Ne zaman nerde tanıştıkları hatırlamasa da, onunla ev arkadaşı olduğuna çoktan inandırmıştır kendini.


Hatta akşam galeriden döndüğünde arkadaşının “İki gün sonra Türkiye’ye tatile gidiyoruz, ne zaman döneceğimiz belli değil, bütün işlerini ona göre ayarla” demesini sevinçle karşılar. Kalan zamanını galerideki işlerini tamamlayıp hazırlanmak için kullanır. Zaten yıllardır dedesinin bahsettiği o ülkeye gitmek istemiştir ama Yunanistan’a kadar bile gidebilmişken nedense bir türlü Türkiye’ye ayak basamamıştır. Ama en sonunda gidecektir hem de zaman kısıtlaması bile yoktur. İşte şimdi yıllardan beri hiç olmadığı kadar huzurludur. Türkiye’de nereye gideceğini bile sorgulamaz.


-Sahne IV-


Zinde bir şekilde yatağından kalkar Ceren. Rüyasında annesiyle saatlerce vakit geçirmiş gibidir, dahası onunla pansiyonu tekrar açtıklarını ve pansiyona sürekli misafirlerinin geldiğini görür. Her şey öyle gerçekçidir ki, neredeyse gerçekten mutlu olduğunu bile hisseder.


O mutluluk ve zindelik hissiyle odasından çıkar merdivenlerden aşağı seğirir, sanır ki rüyasındaki gibi annesi her şeyi düzenlemiş, pansiyon çiçek gibi tertemiz onun kapıları açmasını beklemektedir. Ama alt kata geldiğinde gördüğü manzara bu değildir, yüzündeki aydınlık gider birden. Tıpkı kendisi gibi kapısı kapalı bir hayat*(eski tabirle evin giriş kısmı) ve pencereleri örtülü, mobilyaları çarşaflar altında kalmış bir salonla karşılaşır.


Tüm cesareti tekrar kırılır, omuzları düşer farkında olmadan. Yere çömelir, başını ellerinin arasına alıp kalakalır. Sonra yine rüyadaymış gibi omuzlarından aşağı bir rahatlama sarar her tarafını, garip bir huzurla kendini yine sonsuz bir enerjiye sahipmiş gibi hisseder. Pansiyona tekrar bir göz gezdirir, az önceki gibi korkunç gözükmez gözüne, hatta annesinin zevkine göre alınmış eşyaları tekrar temizlerken annesinden hiç kopmamış gibi hisseder.


“İki güne çiçek gibi olur burası tekrardan”. Pencereleri sonuna kadar açar, aydınlığın içeri girmesine izin verir. Başlar pansiyonu temizlemeye, öncelikle akşam düşürdüğü “ Pansiyon Kaktüs Çiçeği” tabelasını alır yerden, yapılacak işleri not etmek için bir not defteri bulur ordan buradan.


Madde 1, Belediye’ye gidip Reklam Tabela Vergisi’ni kontrol ettir birikmiş bir borç var mı bir bak, tabelayı da yeniden boyatıp cilalat, sonra  herkesin hatta meleklerin bile göreceği şekilde as!!! …


Madde 2. İlk yardım dolabını kontrol et, eksik var mı! :P


Onu o iki gün boyunca evi temizleyip, not defterine yazdığı maddelere çizik atarken ve tekrar yeni maddeler eklerken görürüz.


-Sahne V-


Loituma - Levan Polkka


Haneul ve Andersen’i Foça garında servis arabasından inerken görürüz,  Haneul omzunda kamerası asılı ve gayet karizmatik bir biçimde servisten iner, bagajdan çanta ve bavullarını da kendi alır. Andersen ise sırıta sırıta iner servisten, servis görevlisinden bagajını Haneul’e çaktırmadan sanki yarım yamalak bir Türkçesi varmış gibi konuşarak ister. Gerçi Türkçe konuşmasa bile görevli onu görür görmez yüzünü buruşturarak bavulunu verecektir.



Görevli, bagajın içine uzanıp ıkına ıkına bavulunu yere indirir Andersen’in! Bavulun çok eski olduğu gün gibi aşikardır, bir de eşek ölüsü kadar ağırdır ve eski ve deriden yapılma olduğu için sıcakta pis pis kokmuştur.


Görevli gibi Haneul’de bavulu tekrar gördüğünde yüzünü buruşturur.

“Oğlum bu ne ya, görende ceset koydun içine sanır! Off bi de ölü balık gibi kokuyo pöfff” der ve eliyle burnunun önünü yelpazeler.

“Hiç de bile kokmuyor, belki biraz ağır ama, senden güzel koktuğu kesin!”

Haneul gülümseyip “Çııı! Ne demezsin” =)

***


Haneul ve Andersen’i ellerindeki Foça krokisine bakarak pansiyona giderken görürüz. O sırada Demir (Song Joong Ki) çoktan beyaz üstü açık vosvosunu pansiyonun arka sokağına park etmiştir bile, Ceren o gelmeden tüm hazırlıkları yapmış ona sadece en sevdiği iş olan, pansiyonerle ilgilenme onlarla sohbet etme kısmı kalmıştır.


Demir ve Ceren’in anneleri aynı liseden mezun çok yakın arkadaşlardı, zamanla birbirlerinden ayrı şehirlere düşseler de, kendileri gibi çocukları da iletişimi koparmamış, kardeş gibi birbirlerine sahip çıkmışlardır. Demir pansiyona adım atar atmaz, hiç oyalanmayıp işe koyulur o yüzden. İlk pansiyonerlerinin kayıt yaptırmalarına çok sevinir, gerçi daha erken gelseydi Demir tüm odaları doldururdu ama Ceren’e fazla yüklenmemeye karar verir aklı sıra =)


Demir bunları düşüne dursun, Haneul pansiyondan içeri girer. Ceren, giriş kısmındaki kayıt bölümündedir o sırada. Kafasını kaldırıp onu gördüğünde, çocuk gibi sevinip İngilizce selam verir. Demir’in de yüzü aydınlanır, o da selam verir. “İşte eğlence başlıyor” diye içinden geçirir.


Ceren hemen kayıt masasında giriş işlemlerini tamamlayıp,  pansiyonu gezdirir ve odasına kadar eşlik eder. Andersen ise yolun gerisinde kalmış, hala bavulunu sürüklüyordur.


Özetle her şey çok güzel başlamıştır Demir için. Haneul’un Ceren’i görür görmez pişmiş kelle gibi gülmesini biraz yadırgamıştır. Ama çok güler yüzlü ve güvenilir bir işletmeci görüntüsü verdiği için Ceren’i de çok takdir eder, müşteri de çok memnun olmuştur bu durumdan belli ki.


Kayıt masasında Ceren değil de Demir olsaydı anca bu kadar memnun olurdu müşteri, evet evet kesin öyle olurdu. Yani en azından Demir olaya böyle bir açıklama getirir. Hem Tatar genleri sayesinde dış görünümü de ilk müşterisi için çok sıcakkanlı bir izlenim bıraktığına da adı gibi emindir.


Sonra kapı da Andersen’i görür ve bir kez daha gülümser. Andersen biraz daha yaklaşır ona, hala gülümsemeye devam ediyordur, sonra burnuna ağır bir koku gelmeye başlar, gülümsemesi donar. Andersen sempatik gözükmeye çalışarak kırık bir Türkçe ile "Marhaba"der


Ama Demir anca "Hoş(t)geldinizz" diyebilir.


1. Bölümün Sonu


Not: H.C. Andersen'in evi ve müzesine ait fotoğraflar www.galenfrysinger.com adresinden alınmıştır.


Not 2: Eski Foça'ya ait fotoğrafları ise kendim çektim, umarım fotoğraflarda geçen mekanların ve özellikle vosvos arabanın sahipleri bu durumdan rahatsız olmaz... :)

11 yorum:

  1. Ahhhh, ikinci kez okumama rağmen yine yüzümde kocaman bir sırıtma bıraktın çingu :) Ne iyi etmiş de seni bu işe bulaştırmışız! :D Şu sahnelerde kopmayan oldu mu acaba?

    --Melek, muzipçe güler: Yok buradan uydu kaldırıyoruz öyle gidiliyor nıhahahah -dokgojin gülüşü, melek Kore Dizileri izliyor belli ki-

    --“Dün ne kadar kalabalıktı, belim kırıldı insanları taşımaktan. Bir gün olsun dinlenemiyoruz, vay bro vay”

    --O sırada mutfağın kapısında Andersen büyük baba içliğiyle ama gayet genç bir görünümle belirir.

    Haneul, ince belli cam bardağından içtiği çayı püskürtür ve… “O ne lan! sen kimsin Hacı!” der.

    “Ha-ha çok komiksin! Bu içliği sevmediğin için beni tanımazlıktan geldiğini biliyorum ama böyle püfür püfür oluyor, daha rahat ediyorum biliyorsun ki!

    -- Ve elbette: "Hoş(t)geldiniz!" Ahaha, seviyorum senin bu kelime oyunlarını! :D :D

    Ayrıca oyuncu seçimlerini de çok takdir ettiğimi söylemeden edemiyciğim. Özellikle de Demir-ivy çiftini (ehu ehu :D) Bi de Göksel abiyi Ferzan Özpetek yapmak nerden aklına geldi? :D Güzel olmuş...

    Müzik seçimlerin de cuk oturmuş: Little Mermaid'in Danimarka versiyonu tam hikayenin ruhuna uygun olmuş. Levan Polka da otobüsten inip Eski Foça'ya ayak basma sahnesine harika oturmuş. Ceren'in hüzünlü sahnelerine Secret Garden zaten çok yakışmış :)

    Ve ve ve fotoğraflar: Onlar sayesinde Ceren'le birlikte eski Foça'da gezindim sanki... Nasıl güzel fotolar, hikayeye nasıl da yakışmış! Demir'in beyaz vosvosuna da bayıldım bu arada. Aferin, tam benim zevkime göre seçmiş kerata. Eee, kimin aşkı? Hehe :) :D

    Ayrıca 51K'lar gözümden kaçtı zannetme çingu ;) 7 ciltlik devasa SJS ansiklopedin sayesinde artık onun hakkındaki tüm detayları ezberledik :D

    Son olarak ölü balık gibi kokan ve eşek ölüsü ağırlığındaki valizden ne çıkacağını merakla beklediğimi söylüyor ve bu uzuuuun yorumu burada noktalıyorum. Ellerine sağlık ^^ Yeni bölümü yayınevimiz bir an önce beklemektedir sayın kaktüsçiçeği (sayın ceviz kabuğu gibi oldu bu da :P) ;)

    YanıtlaSil
  2. tebrik ediyorum bundan güzeli olmazdı .müzikler süper ötesi .kurgu ve hayal gücü inanılmaz .espriler yerinde ,betimlemeler beni benden aldı .anlatım çok yalın ve detaylı sanki yaşıyormuş izlenimi veren bir dış tasvir ve ruh analizi düşünce akışı var .ben çok beğendim .ellerine sağlık .bizi güldürmeye devam et .hem konu da süper deniz kızı daha ne olsun .taşlarda konuşuyor fantastik öğeler de var :) ilk bölüm için çok çok iyi keşke bende böyle yazsam :)
    çok bekletme bizi :)

    YanıtlaSil
  3. bir gün, bu gereksiz yere her ayrıntıyı hatırlama huyumun işe yarayacağını biliyordum ama bu şekilde olacağını hiç tahmin etmezdim açıkçası, ben kim yazmak kim derdim :) ama iyi ki gazınıza gelmişim valla asıl ben teşekkür ederim :D :D
    müzikler de çok kararsızdım, az mı olmuş çok mu olmuş bilemedim, seyyan hanım la secret garden dışındakiler bana da sürpriz oldu :D :D bir dahakine sizden yardım isticem yalnız;)
    fotoğraflar konusunda da şansım yaver gitti sanırım, beğenmenize sevindim :D
    demir - ivy çifti ilerleyen bölümlerde tabi daha bir netleşcek, ayrıca süpriz konuklarımız olacak pansiyona hehehe :D ferzan özpetek'i çok severim ben, filmlerini hep bir orduyla çekmesi de cabası, ben de kalabalığı seviyorum, onsuz olmazdı hikaye :)

    yeni bölüm var daha di mi? vay bro vayy :D ben nasıl yazcam onu hemen :D neyse sen bana gaz vermeye devam et böyle Sayın yayın evi müdirem :) yoksa bitmez bu hikaye :P
    şaka maka 1 bölüm yazdım yaaa, şaka gibi :D

    YanıtlaSil
  4. " kurgu ve hayal gücü inanılmaz" çok pis sallarım çingum öyle böyle değil, hep söylüyorum bunu ama inanmıyorsunuz ki :D :D
    bu arada bu yorumunu kitabım çıkarsa( misal yani, o kadar uçmadım :P ) arka kapağa koyduracağım :D
    keşke bende böyle yazsam diyorsun da ben bunu yazdıktan sonra akıl sağlığımdan biraz şüphe ettim, Allahtan "fantastik" diye bir bahane üretmişler benden önceki deliler de onlar sayesinde ben de deliliğimi örtbas ediyorum fantastik adı altında :P
    beğendiğin ve değerli yorumların için çok teşekkürler tekrar, sizin desteğinizle başladım malum, inşallah gerisi gelir en yakın zamanda ;)

    YanıtlaSil
  5. kapağa benim yorumu koydur hiç olmazsa arka kapakta bendne bir şeyler olsun :) fantastik tam sana göreymiş taşların konuşması benim aklıma gelmezdi yada böyle bir kurgu ne demeli iyi ki yazıyorsun :)

    YanıtlaSil
  6. ben geldiiiimmmmm :D
    nihayet okudum ve çok beğendim çingu ellerine sağlık :D
    müzikler, mekanlar, hikaye hepsi çok güzel :) cast çok güzel dana ne denirki :D
    Andersen amcayı da içlikle hayal etmek fena oldu yaa :) hayal gücü sınır tanımıyor :D "Sen kimsin Hacı!" ne güldüm yaa :D :P
    kısacası ellerine sağlık canım :D artık merakla devamını bekliyoruz :)

    YanıtlaSil
  7. hoşgeldiinnnn :D
    andersen'e bir de ömer seyfettin'e küçüklükten kalma bir garezim vardı acıklı masal ve hikayeler yazıyorlar diye ama piyango andersen'e vurdu galiba :D daha çok içlikle dolaşır o heheh :D hikayeyi eğlenceli bulmana çok sevindim oyuzden, ağlamak yok gülelim biraz di mi ama :D
    not : dok go jin gb şarz ediyorum kendimi, kafamı toparladığımda 2.bölümü de yazacağım inşallah. (bu sıcaklar adamı fena yapıyor, klavyenin üstüne eriyip gitcem nerdeyse :P ) o zamana kadar senin one shot'ı okuruz artık :D

    YanıtlaSil
  8. benim one shot bana cinnet geçirtiyo bugün, defterden pcye aktarmak ne illet bişeymiş yaa :D
    bugün verebilirim belki, ama asıl hikayem geri planda kaldı biraz :( bu sıcaklarda zor iş bunlar yaa :D

    YanıtlaSil
  9. offf sen gene hiç üşenmeyip deftere yazmışsın, ben buzluk niyetine aklımda tutuyorum sırf :P 3-4 derece daha sıcaklar artacakmış bir de :S
    bakiim gelmiş mi senin yaı ;)

    YanıtlaSil
  10. Büyük bir merakla başladım çingu. Aslında ilk bölümü okumuştum ama nedense yorum yapmamışım, şimdi yeniden okudum ellerine, kollarına sağlık :)

    Hem değişik, hem de oldukça komikti. Oldukça kahkaha attığım yerler oldu. Aynen devam edeceğine hiç şüphem yok :)

    YanıtlaSil
  11. Ben daha senin öyküleri okuyamadan sen geldin ilk yorumu yaptın :S bu konuda bayaa gerilerden takip ediyorum, senin güzel yorumunu okuyunca mahçup oldum bir an :) :D
    mekanımız nasıl ama? :) aylar önce foça'da geçsin diye karar verip, sonrasında bizzat gidip rastgele bütün taş evlerin fotolarını çekmiştim, içlerinden hikayeye uyanları eleyip koydum :)
    kore dizisi değil ama türkleştirilmiş bir drama oldu sankim :) bepenmene çok sevindim :D

    YanıtlaSil